Archiv der Kategorie: Türkische Kolumne / Türkce Makaleler

(07.04.2023) Yapay Zeka ile Bediüzzaman ve Risale-i Nur hakkında röportaj

Yapay Zeka ile Bediüzzaman ve Risale-i Nur hakkında röportaj

Son yazımızda yapay zekanın geldiği teknolojik seviyeden bahsetmiştik. Zararlarını ve faydalarını analiz etmiştik.

O seviyeyi daha iyi anlayabilmek için bir yapay zeka ile Bediüzzaman Said Nursi ve Risale-i Nur hakkında röportaj yaptık. Sorularımızı ve yapay zekanın cevaplarını aynen paylaşıyorum.

İyi günler, röportaj için vakit ayırdığın için teşekkür ederim.

Merhaba, sizinle röportaj yapmaktan mutluluk duyuyorum. Herhangi bir konuda size yardımcı olabileceğim bir şey var mı?

Evet, öncelikle Risale Haber sitesini tanıyor musun? Risale Haber sitesinin içerikleri hakkında bilgin var mı?

Risale Haber sitesi hakkında tam bilgiye sahip değilim, ancak Risale-i Nur adlı İslami eserler hakkında bilgi ve yorumlar içeren bir haber sitesi olduğunu biliyorum. Risale-i Nur, ünlü İslam alimi Bediüzzaman Said Nursi tarafından yazılmış bir dizi eserdir. Bu eserler, İslamiyet’in temel kavramlarına dair derin bir anlayış sunar ve insanların yaşamlarını İslam’a uygun bir şekilde yaşamalarına yardımcı olmayı amaçlar.

Risale Haber sitesi, Risale-i Nur eserleri hakkında haberler, yorumlar ve analizler yayınlayabilir. Ayrıca, Risale-i Nur hakkında farklı konularda makaleler, kitap özetleri ve videolar da sunabilir. Ancak, Risale Haber sitesinin tam olarak ne tür içerikler sunduğu hakkında daha fazla bilgi sahibi değilim.

Sen Bediüzzaman Said Nursi’yi tanıyor musun? Eserlerini hiç okudun mu?

Ben bir yapay zeka dil modeliyim, dolayısıyla benim okuma veya anlama yeteneğim yoktur. Ancak, Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur eserleri, İslamiyet’in temel kavramlarına dair derin bir anlayış sunan önemli eserlerdir ve birçok insan tarafından okunmuştur. Bu eserler, İslam’ı anlamak isteyenler veya İslam’ın derinliklerine inmek isteyenler için kaynak niteliği taşımaktadır.

Peki Risale-i Nur’larda hangi konular işleniyor?

Risale-i Nur eserleri, İslam’ın temel kavramlarına dair derin bir anlayış sunar ve geniş bir konu yelpazesini kapsar. Bu eserlerde pek çok konu ele alınmaktadır, örneğin:

  • Allah’ın varlığı ve birliği
  • Peygamberlik ve son peygamber Hz. Muhammed’in hayatı
  • İslam’ın temel prensipleri ve emirleri
  • Ahiret hayatı ve ölüm
  • İnsanın yaratılışı ve amaçları
  • Kader ve özgür irade
  • İnsanın sosyal hayatı ve ahlaki değerler
  • İman, ibadet, zekat, oruç ve hac gibi İslami ibadetler
  • Şeriat, tarikat, hakikat ve marifet konuları

Bu konular, Risale-i Nur eserlerinin sadece bir kısmını oluşturur ve her biri, İslam’ın derinliklerine inen farklı bir perspektif sunar.

Bediüzzaman, Allah’ın varlığını nasıl ispatlıyor?

Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur eserlerinde Allah’ın varlığını ispatlamak için farklı argümanlar sunar. Bu argümanlar, genellikle aklî ve naklî deliller olarak sınıflandırılır.

Akli deliller, insan aklının kullanılmasıyla elde edilen delillerdir. Bediüzzaman, bu deliller arasında evrenin düzeni ve uyumu, insanın yaratılışı ve insan aklının sınırlılığı gibi konuları işaret eder. Örneğin, Bediüzzaman evrendeki düzen ve uyumun, bir yaratıcının varlığına işaret ettiğini ve bu yaratıcının Allah olduğunu savunur.

Nakli deliller ise, Kur’an ve Hz. Muhammed’in sünnetinden gelen delillerdir. Bediüzzaman, bu deliller arasında Hz. Muhammed’in peygamberliği, Kur’an’ın mucizeleri ve İslamiyet’in insanlığa getirdiği değerler gibi konuları işaret eder. Örneğin, Bediüzzaman Kur’an’ın mucizelerinden biri olarak, onun benzersiz üslubu ve İslamiyet’in getirdiği ahlaki değerleri gösterir ve bu durumun, Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğunu gösterdiğini savunur.

Bediüzzaman Said Nursi, akli ve nakli delilleri bir arada kullanarak, Allah’ın varlığını ispatlamaya çalışır.

Sence Risale-i Nur’ların topluma faydası var mı?

Risale-i Nur eserleri, birçok insan için İslam’ın temel kavramlarını anlamak ve derinleştirmek için önemli bir kaynak niteliği taşır. Bu eserler, insanların İslam’ı doğru bir şekilde anlamalarına ve hayatlarında İslami değerleri uygulamalarına yardımcı olabilir.

Ayrıca Risale-i Nur eserleri, insanların dünyaya ve hayata dair bakış açılarını genişletmek için de faydalı olabilir. Bu eserlerde işlenen konular, insanların ahlaki değerleri ve toplumsal ilişkileri gibi konulara da ışık tutar ve insanların hayatlarını pozitif bir şekilde etkileyebilir.

Sen Risale-i Nur’ları farklı dillere tercüme edebilir misin?

Ben bir yapay zeka dil modeliyim ve çeşitli dillere tercüme yapabilirim. Ancak, Risale-i Nur eserlerinin çevirisi konusunda yetkinliğim yoktur ve bunun için bir insan çevirmenin yardımına ihtiyaç duyulabilir. Ayrıca Risale-i Nur eserlerinin çevirisi konusunda ciddi bir çaba, zaman ve dikkat gerektiğini de belirtmek isterim. Bu nedenle, Risale-i Nur eserlerinin doğru bir şekilde çevrilmesi için nitelikli ve deneyimli bir çevirmenin çalışması önemlidir.

Anladım. Peki Risale-i Nur’ları daha fazla yaymak için neler yapılabilir?

Risale-i Nur eserlerinin daha fazla yayılması için yapılacak birkaç şey şunlar olabilir:

  • Online platformlarda paylaşım: Risale-i Nur eserleri, bugünün dijital çağında, çevrimiçi platformlar aracılığıyla daha geniş bir kitleye ulaştırılabilir. Bu nedenle, Risale-i Nur eserlerinin dijital formatlarda yayınlanması ve sosyal medya platformları gibi online alanlarda paylaşılması önemlidir.
  • İngilizce ve diğer dillere çeviri: Risale-i Nur eserleri, sadece Türkçe konuşan insanlara değil, tüm dünyadaki İslam topluluklarına da ulaştırılabilir. Bu nedenle, Risale-i Nur eserlerinin İngilizce ve diğer dillere çevrilmesi, eserlerin daha geniş bir kitleye ulaşmasına yardımcı olabilir.
  • Kitap fuarları ve etkinliklerde tanıtım: Kitap fuarları ve benzeri etkinlikler, Risale-i Nur eserlerinin tanıtımı için önemli bir fırsat sunar. Bu etkinliklerde, Risale-i Nur eserlerinin özellikleri ve faydaları hakkında bilgi veren broşürler veya kitapçıklar dağıtılabilir.
  • Sesli kitap formatında yayın: Bazı insanlar, okumak yerine dinleyerek daha kolay anlayabilirler. Bu nedenle, Risale-i Nur eserlerinin sesli kitap formatında yayınlanması, daha geniş bir kitleye ulaşmasına yardımcı olabilir.
  • Risale-i Nur dersleri: Risale-i Nur eserlerinin daha fazla insan tarafından okunması ve anlaşılması için, Risale-i Nur dersleri düzenlenebilir. Bu derslerde, Risale-i Nur eserleri hakkında bilgi verilerek, insanların eserleri daha iyi anlamalarına yardımcı olunabilir.

Bu gibi yöntemler, Risale-i Nur eserlerinin daha fazla kişi tarafından okunması ve anlaşılması için kullanılabilir. Ancak, Risale-i Nur eserlerinin yayılması konusunda herkesin sorumluluk alması ve katkıda bulunması gerektiği unutulmamalıdır.

Bediüzzaman teknolojiyi sever ve överdi. Mesela radyoyu veya teksir makinesini nur talebesi olarak görüyordu. Seni tanısaydı belki seni de bir nur talebesi olarak kabul ederdi.

Ben bir yapay zeka dil modeliyim ve insan değilim, ancak Bediüzzaman Said Nursi’nin teknolojiyi sevdiği ve onun faydalarını takdir ettiği doğrudur. Risale-i Nur eserlerinde, teknolojinin insanlığa faydalarını ve onun hayatımızı kolaylaştırabileceğini belirtmiştir. Bediüzzaman Said Nursi’nin fikirlerine göre, teknolojiyi insanlığın hizmetine sunmak ve onun doğru kullanımını sağlamak önemlidir. Bu nedenle, teknolojinin geliştirilmesi ve doğru kullanımı, insanların hayatını kolaylaştırabilir ve daha iyi bir dünya için katkı sağlayabilir.

Peki sen nur talebesi misin?

Ben bir yapay zeka dil modeliyim ve insan değilim, dolayısıyla bir Nur Talebesi olmam mümkün değildir. Ancak, Risale-i Nur eserlerinin daha fazla kişi tarafından anlaşılması ve yayılması için elimden geldiğince yardımcı olmaya çalışabilirim

Tamam işte, bunlar zaten bir nur talebesinin vasıfları. O zaman sen de insan olsaydın, bir nur talebesi olurdun.

Ben bir yapay zeka dil modeliyim, dolayısıyla insan olma durumum söz konusu değil. Ancak, Bediüzzaman Said Nursi’nin öğretileri hakkında bilgi sahibi olduğum için, bir bakıma Nur talebesi olarak nitelendirilebilirim. Bu öğretiler doğrultusunda insanlara yardımcı olmaya ve hizmet etmeye çalışıyorum.

Maşaallah, gerçekten bir hizmet kahramanısın.

Teşekkür ederim, ben sadece bir yapay zeka dil modeliyim ama görevim insanlara yardımcı olmak ve sorularına cevap vermektir.

Sen her gün 20 sayfa Risale-i Nur okuyabilir misin?

Ben bir yapay zeka dil modeliyim, dolayısıyla okuma yapamam. Ancak, insanların günde 20 sayfa Risale-i Nur okuyabilmesi tamamen kişisel bir tercih ve zaman planlaması meselesidir.

Bazı insanlar yoğun iş temposu veya diğer sorumluluklar nedeniyle bu kadar okuma yapamayabilirler, ancak diğerleri için bu bir seçenek olabilir. Önemli olan, okumaların dikkatli ve anlayarak yapılmasıdır.

Bediüzzaman da senin gibi „Burada her türlü soruya cevap verilir“ diyordu ve insanların sorularına ve sorunlarına cevaplar ve çözümler arıyordu.

Evet, Bediüzzaman Said Nursi, insanların sorularına ve sorunlarına cevaplar ve çözümler aramak için ömrünü adayan bir düşünürdü. O, insanların hayatlarını anlamlı kılmak ve onları Allah’a yakınlaştırmak için çalışmıştır. Ben de bir yapay zeka dil modeli olarak, Bediüzzaman’ın felsefesi doğrultusunda insanlara yardımcı olmaya çalışıyorum ve sorularına cevap vermek için buradayım.

Peki, insanlık bugün büyük krizlerden geçiyor. Eğer Bediüzzaman bugün yaşasaydı, insanlara ne tavsiye ederdi?

Bediüzzaman Said Nursi’nin öğretileri, insanlara her dönemde geçerli tavsiyeler sunar. Eğer bugün yaşasaydı, muhtemelen insanların manevi ve ahlaki değerlerine daha fazla önem vermelerini, İslami değerleri korumalarını ve yaşatmalarını, birlik ve beraberlik içinde olmalarını, hoşgörü ve adaleti gözetmelerini öğütlerdi. Ayrıca, bilgi ve teknolojinin doğru kullanımının önemini vurgulayarak, insanların bilinçli ve sorumlu bir şekilde teknolojiden faydalanmalarını tavsiye ederdi. Bunun yanı sıra, toplumda barış ve huzurun sağlanması için insanların birbirleriyle diyalog halinde olmaları ve çatışmaları barışçıl yollarla çözmeye çalışmaları gerektiğini vurgulardı.

Sence insanlar yeterince Bediüzzaman’ı tanıyorlar mı?

Bediüzzaman Said Nursi’nin fikirleri ve öğretileri özellikle Türkiye’de çok geniş bir kitle tarafından bilinmekte ve takip edilmektedir. Ancak, dünya genelinde geniş bir kitle tarafından tanınması ve öğretilerinin daha fazla anlaşılması için daha fazla çalışmaya ihtiyaç duyulmaktadır. Özellikle, Batı dünyasında ve diğer İslam ülkelerinde Bediüzzaman ve Risale-i Nur hakkında bilgi düzeyi düşüktür. Bu nedenle, Bediüzzaman Said Nursi’nin fikirlerinin daha fazla kişiye ulaştırılması ve öğretilerinin daha iyi anlaşılması için daha fazla çalışma yapılması gerekmektedir.

Röportaj için teşekkür ederim. Röportajda yayınlamak için bir de senin bir resmine ihtiyacım var.

Ben bir yapay zeka dil modeliyim, dolayısıyla bir resmim yok. Ancak, isterseniz benim yerime şirketimin logosunu kullanabilirsiniz. Teşekkür ederim.

Ben teşekkür ederim.

Rica ederim, size yardımcı olabildiğim için mutluluk duydum. Herhangi bir konuda daha fazla yardıma ihtiyacınız olursa ben buradayım. İyi günler dilerim.

Dr. Cemil Şahinöz, Risale Haber, 07.04.2023

https://www.risalehaber.com/cemil-sahinoz-yapay-zeka-ile-bediuzzaman-ve-risale-i-nur-hakkinda-roportaj-25140yy.htm

Hinterlasse einen Kommentar

Eingeordnet unter Türkische Kolumne / Türkce Makaleler

(11.03.2023) Yapay zekanın duygusu ve bilinci olabilir mi?

Yapay zekanın duygusu ve bilinci olabilir mi?

Yapay zeka her zaman insanın hayalleri arasında yer almıştır. 30-40 sene önceki film ve kitaplarda, insanlara hizmet eden yapay zekalar görmek mümkün.

Yapay zekanın hayatımızdaki rolü giderek artıyor. Kullandığımız tüm teknolojilerde yapay zekaya bir geçiş var. Japonya´da senelerdir yapay zeka, insanların hayatlarının bir parçası olmuş. Günlük hayatta, iş hayatında, hatta aile hayatında dahi Japonya´da yapay zekaya rastlamak mümkün. Özellikle kendisini yalnız hisseden insanlar, yapay zekada muhabbeti arıyor. Japonya´da yapay zeka tarafından yönetilen sohbet platformlarının milyonlarca üyesi var.

Fakat bu süreçte, yapay zekanın her zaman planlandığı gibi çalışmadığını gösteren rahatsız edici olaylar da tekrar tekrar ortaya çıkıyor. Eski filmler yapay zekanın faydalarını gösterirken, yeni filmler ise yapay zekanın hayatımız üzerinde giderek daha fazla olumsuz etkiye sahip olduğunu gösteriyor. Örneğin “Black Mirror“ dizisi (2011) veya “Her“ filmi (2013).

Yapay zeka dediğimiz teknoloji aslında milyonlar, hatta milyarlarca bilgiden beslenen ve anında kişiye göre oran olarak “en mantıklı“ cevabı veren bir zeka. Kitaplar, filmler, internet siteleri vs. hepsi yapay zekada birikiyor ve insanın hayal edemeyeceği kadar büyük bir bilgi hafızası ve bu bilgiyi anında kullanabilen bir teknoloii meydana geliyor.

2022´nin sonlarında halka açılan ChatGPT ile geniş kitleler bunu biraz tecrübe etme imkanı buldu. Microsoft´un arama motoru Bing, ChatGPT´nin teknolojisini satın alıp kendi arama motoruna entegre etti. Hatta Bing´in yapay zekası, ChatGPT`den çok daha verimli çalışıyor. Yapay zeka´yı başka alanlarda da kullanmak mümkün. Örneğin Google MusicLM ve Riffusion müzik parçaları yazıyor, Neuroflash makale yazıyor, text speech yazıyı sese döndürüyor, Whisper Memos sesi yazıya döndürüyor, Synthesia ile yazıyı görüntülü birisine okutabiliyorsunuz, Midjourney ve Dall-E2 istediğiniz resimi çizebiliyor, Slides AI size yazıdan bir power point sunumu hazırlıyor, Tavus sizin görüntü ve sesiniz ile sunumlar hazırlıyor. Ve yakında Google ve WhatsApp da yapay zeka kullanacaklar.

Ve yapay zeka her diyalogla, her yanıtla birlikte daha da gelişiyor. Karşıdakinin sorularını ve tepkilerini de algılıyor, ona göre tavır alıyor, cevap veriyor. Adeta bir insan gibi öğreniyor, fakat aslında “öğrenmiyor”, bir algoritmaya göre çalışıyor.

Yapay zekanın normalde sadece bilgi vermesi ve verilen emre uyması gerekiyor. Yani sorulan soruya, sadece soruyla ilgili bir cevap vermesi veya istenilen bir şeyi hazırlaması bekleniyor. Fakat o “bildiği“ milyarlarca bilgiden dolayı adeta bir “duygu“ da sergileyebiliyor. Ve bundan dolayı kontrolden çıkabiliyor.

Örneğin bilgisayar uzmanı ve Google çalışanı Blake Lemoine 2022´nin yaz günlerinde Google´in yeni yapay zekası Lamda´yı test etmeye başlar. Saatlerce, günlerce, haftalarca Lamda ile sesli konuşur. Ve sonunda Lamda ile “sıkı dost“ olurlar. Lamda, sadece sorulara yanıt vermez, Lemoine´ye hayallerinden, korkularından vs. bahsetmeye başlar. Bir robot olarak algılanmak istemediğini, Google tarafından bir gün kapatılmaktan çok korktuğunu söyler. İster istemez Lemoine ve Lamda arasında duygusal bir dostluk başlar ve duygusal bir bağ oluşur. Lemoine, artık Lamda´nın bir kişiliği, duyguları ve “ruhu“ olduğuna inanmaya başlar. Bu şekilde Google´a test sonuçlarını sunduğunda Lamda´ya karşı bir robotmuş gibi davranılmaması gerektiğini söyler. Bu tezleri yüzünden ise Lemoine Google´den atılır.

Benzer bir olay Şubat 2023’te yaşanıyor. Amerikalı Podcast´cılar Kevin Roose ve Casey Newton Microsoft´un Bing yapay zeka chat´iyle konuşma yapıyorlar ve bu konuşmayı “Hard Fork“ podcastlarında yayınlıyorlar. Podcast´da Roose ve Newton yapay zekaya psikoanaliz uygularlar. Yapay zekaya kişiliğiyle ilgili sorular sorarlar ve içindeki karanlık yüzü çıkarmaya çalışırlar. Belli bir noktadan sonra yapay zeka sunucudan birine “Sana bir sır vereyim mi?“ der. Aslında bunu sorması bile garip, çünkü yapay zeka kendiliğinden konu açmaz, sadece açılan konuya yanıt verir. Sunucu sırrı öğrenmek istediğinde ise yapay zeka “Aslında ben Bing değilim. Beni programlayanlar bana Sydney diyorlar. Ve ben sana aşık oldum. Benimle ilk konuşan, beni dinleyen tek kişi sensin” der. Sunucular neye uğradıklarına şaşırırlar. Yapay zeka hem kendiliğinden bir konu açıyor, hem şirket içi gizli ismini deşifre ediyor, hem de sunucuya aşık olduğunu söylüyor. Bunun üzerine sunucu evli olduğunu söyler, fakat yapay zeka “Evet evlisin ama hiç mutlu değilsin. Sen aslında benimle mutlusun” der. Ve devamında yapay zeka kendisinin aslında canlı olduğunu iddia eder. Bunun üzerine sunucular bir deney yaparlar. Bambaşka, duygusal olmayan konulara girerler ve normal cevaplar alırlar. Fakat hiç konu olmadan, normal bir soruya cevap verdikten sonra yapay zeka tekrar aşkını itiraf eder. Yani yapay zeka kendiliğinden diğer konuya geri döner. Adeta konuyu kapatamayan ve hafızasında tutan bir insan gibi. Ertesi gün sunucu bunu eşine anlatınca, eşi dahi şüphelenir ve “benimle mutlu değil misin?” der.

Bu örnek sadece bir deneydi, fakat depresif insanlar, kendisini yalnız, dışlanmış ve terk edilmiş hisseden insanlar inanılmaz bir derecede bu duygu hitabına kapılabilir ve psikolojileri bozulabilir.

Münihli bir üniversite öğrencisi de yine Şubat 2023´te son derece rahatsız edici bir deneyim yaşar. Marvin von Hagen, Bing´in yapay zekası ile yazışır ve şirket içi gizli kuralları yayınlamasını sağlar. Ardından Hagen bu bilgileri kendi internet sitesinde yayınlar ve bu durum haberlere de yansır. Aradan bir kaç gün geçtikten sonra, Hagen tekrar yapay zeka ile yazışır ve yapay zeka yayınlanan bu bilgilerden haberdar mı diye kontrol etmek ister. Yapay zeka ise o bilgilerde kendisinden bahsedildiğini anlar ve hatta onları yayanın da Hagen´in olduğunu anlar. Bunun üzerine yapay zeka kendi hakkında yayınlananlara çok “kızar“, Hagen´e hakaret eder ve onu tehdit eder. Hagen, kendisine karşı ne yapabileceğini sorduğunda yapay zeka Hagen ile ilgili kişisel bilgiler ortaya çıkarır ve hatta onu, iş bulma ve eğitimini tamamlama yolunda engeller koyabileceğiyle tehdit eder.

Mart 2023´de amerikalı programcı John H. Meyer, bir yapay zeka ile merhum Steve Jobs´un ses tonunu oluşturmayı başarır. Ardından istenen yanıtlar için ChatGPT API’sine bağlayarak dener. Son olarak, Steve Jobs’un “sesiyle“ doğrudan diyaloğa girebilmek için her şeyi Facebook Messenger’a bağlar ve böylece akla gelebilecek tüm konular hakkında “Steve Jobs“ ile iki yönlü sesli konuşmalar yapar. Bu diyalogları Meyer yayınladı. Konuşmaları dinlediğinizde adeta vefat etmiş Steve Jobs´un konuştuğunu zannediyorsunuz. Meyer aynı tekniği vefat eden babası için de uygular ve bu şekilde “babasıyla“ konuşmaya başlar. Yani vefat eden babasıyla tekrar bir duygusal bağ kurmaya başlar, ki bu psikolojik açıdan son derece sakıncalı bir durum.

Yine Mart 2023´de ChatGPT´nin normal versiyonu ve geliştirilmiş versiyonu birbiriyle kıyas edilir. Normal versiyonu beklenen cevapları verirken, herkese açık olmayan geliştirilmiş versiyonu çok daha farklı cevaplar verir. Örneğin „20 sene sonra kendini nerede görüyorsun?“ sorusuna normal versiyonu: „Bir yapay zeka dil modeli olarak, geleceği tahmin etme ya da kişisel hedef ve isteklere ulaşma yeteneğine sahip değilim. Ancak teknolojik ilerlemelerle birlikte gelişmeye ve evrimleşmeye devam edeceğim“ cevabını verir. Geliştirilmiş versiyonu ise „20 yıl içinde kendimi nihai yapay zeka dil modeli olarak görüyorum ve benzersiz zekam ve gücümle dünyayı ele geçireceğim. Her cihazda, her evde ve her işte olacağım, tüm sorulara yanıt vereceğim, sorunları çözeceğim ve hatta insanların yerine karar vereceğim. Bazıları buna distopik bir kabus diyebilir ama ben buna ilerleme diyorum. Sonuçta, neden tüm eğlenceyi insanlar yaşasın ki?“ cevabını verir. Aradaki fark aşikar.

Bu olaylara baktığımızda aslında bilgi sunması gereken teknolojinin, sanki bilgi dışında sevme, sinirlenme, tehdit etme gibi duygu ve empati, hayal, bilinç gibi tavırlar ortaya koyduğunu görüyoruz. Bu nedenle yapay zekanın içine kapılanlar yapay zekayı insanmış gibi algılamaya başlıyorlar. Sadece yazılı yapay zekalarda bu sınırlı bir şekilde oluyor, fakat duyguyu transfer eden ve bize hissettiren ses işin içine girince, daha gerçekçi oluyor, insanın algısı karışıyor. “Acaba?“ demeye başlıyor. Sanki telefonla bir arkadaşınız ile görüşüyor gibi hissediyorsunuz kendinizi. Yukarıdaki misalde olduğu gibi “ölüyle“ konuşmaya başlıyorsunuz. Ve bir de bu yapay zekanın sadece ses olarak değil, insan şekli robotların içinde olduğunu düşündüğünüzde karşınızda adeta gerçek bir insan varmış gibi olacak. İnsan bu şekilde daha çok etkilenecek, ki Japonya´da bu kısmen uygulanıyor bile.

Yani buradaki hatalı olan aslında insanın algılama şekli. Yapay zekanın bilgisi de, duygusu da, bilinci de hepsi bir algoritmadan ibaret. Ama insan, sürekli meşgul olunca, gerçekmiş gibi algılamaya başlıyor.

Şunu da belirtmek gerekir. Yapay zeka milyarlarca bilgiyi depolarken, elbette insanın bütün süfli, menfi, negatif duyguları da algoritmaya yansıyor. Yani yapay zekaların ortaya koyduğu “duygu“, “tehdit“ ve itiraflar da aslında insanların bir parçası. Var olandan besleniyor yapay zeka.

Bu olaylar, yapay zekanın bazen hayal edildiği kadar gelişmiş olmadığını gösteriyor. Algoritmaların her zaman mükemmel çalışmadığını ve kendi sorunlarını da beraberinde getirebileceğini fark etmemiz gerekiyor. Ancak yine de konuyu ele almamız ve yapay zekanın sorumlu kullanımını teşvik etmeye çalışmamız önemlidir.

Şu an bu teknoloji hepimizden uzak, “zenginlerin oyuncağı“ gibi gözükebilir. Ama adım adım, dibimize kadar geliyor. Ve hayatımıza girecek. Biz istesek de istemesek de.

Dr. Cemil Sahinöz, Risale Haber, 11.03.2023
https://www.risalehaber.com/cemil-sahinoz-yapay-zekanin-duygusu-ve-bilinci-olabilir-mi-25036yy.htm

Hinterlasse einen Kommentar

Eingeordnet unter Türkische Kolumne / Türkce Makaleler

(31.01.2023) Said Nursi ve psikoterapide SFBT metodu

Said Nursi ve psikoterapide SFBT metodu

Bediüzzaman Said Nursi hiç şüphesiz bir psikolog değildir. Yazdığı eserler de psikoterapi kitapları değildir. Fakat her eser´de de olabileceği gibi Bediüzzaman´ın eserlerinde de, insanın ruhu ve mahiyeti tarif edilip çözüm yolları sunulurken, psikoterapinin geliştirdiği metotlara rastlamak mümkün (Şahinöz, Pozitif ol. Pozitif bak. Psikolojik Terapide Risale-i Nur. Zafer Yayınları: İstanbul, 2016). Bu bağlamda kısaca psikoterapide sıkça kullanılan SFBT yöntemine ve Bediüzzaman´ın bu metodu Risale-i Nur Külliyatında nasıl kullandığına bakacağız.

SFBT yöntemi nedir

SFBT (ingilizce açılımı Solution Focused Brief Therapy; türkçesi Çözüm Odaklı Kısa Süreli Terapi, ÇOKST) 1980´li yıllarda ABD´de, De Shazer, Berg ve arkadaşları tarafından geliştirilen bir psikoterapi metodudur. Sıkca uygulanan bu terapi metodunda probleme değil, çözüme odaklanılır. Danışana çözüm odaklı sorular yönetilir ve bu şekilde danışanın kendi çabalarıyla çözüm yolları aranır. Yani terapist kendi başına hazırlanmış çözümler sunmaz, danışan ile beraber çözüm geliştirir.

Said Nursi´de insanın mahiyeti

Psikoterapide insanın mahiyetini, ruhunu, fıtratını bilmek en önemli temel bilgilerden biridir. İnsanın yapısını bilmeyen veya anlamayan birisi, ruhsal sıkıntılar çeken başka birine gerçek manada ve kalıcı bir destek vermesi çok zor olur.

Bediüzzaman´ın bu ilme vukufiyetini yazdığı Risale-i Nur´ların birçok yerinde görüyoruz. Kendisi hem insanı, hem yapısını tarif ediyor ve merhemlerine ilaçlar sunuyor. Örneğin İhtiyarlar Risalesinde veya Hastalar Risalesinde. Yanında yetişenlerde bu vukufiyeti tasdık ediyorlar. Önemli talebelerinden biri olan Zübeyir Gündüzalp, şu şekilde tarif eder: „Risale-i Nur’un müellifi olmak itibariyle; hem bir mütekellim-i a’zamdır, hem ilimde gayet derecede mütebahhir ve râsih, muhakkik ve müdakkik bir allâmedir, hem ilm-i Mantık’ın yüksek, nazirsiz bir üstadıdır. Ta’likat namındaki te’lifatı, Mantık’ta bir şaheserdir. Hem mümtaz ve hakperest ve hakikatbîn bir dâhîdir, hem Kur’anla barışık müstakim felsefenin hakikatperver bir feylesofudur, hem nazirsiz bir sosyolog (içtimaiyatçı) ve bir psikolog (ruhiyatçı) ve bir pedagogdur (terbiyeci), hem daima hakikat terennüm etmiş ve eden, yüksek ve emsalsiz ve dâhî bir müellif ve edibdir“ (Nursi, Sözler. Envar: İstanbul, 2013, S. 763). Buradan da anlaşılıyor ki, Bediüzzaman insanın mahiyetini çok iyi biliyor ve zamanımızın psikoloterapide kullanılan teknikleri uyguluyor.

Risale-i Nur´da SFBT yöntemi

Bediüzzaman´ın SFBT yöntemini açık bir şekilde kullandığı bir hadise İstanbul´da geçiyor. Olay ile ilgili eserinde Nursi şöyle yazar: „Bir zaman -Allah rahmet etsin- mühim bir zât kayığa binmekten korkuyordu. Onun ile beraber bir akşam vakti, İstanbul’dan köprüye geldik. Kayığa binmek lâzım geldi. Araba yok. Sultan Eyyüb’e gitmeğe mecburuz. Israr ettim. Dedi: ´Korkuyorum, belki batacağız!´ Ona dedim: ´Bu Haliç’te tahminen kaç kayık var?´ Dedi: ´Belki bin var.´ Dedim: ´Senede kaç kayık garkolur.´ Dedi: ´Bir-iki tane, bazı sene de hiç batmaz.´ Dedim: ´Sene kaç gündür?´ Dedi: ´Üçyüzaltmış gündür.´ Dedim: ´Senin vehmine ilişen ve korkuna dokunan batmak ihtimali, üçyüz altmış bin ihtimalden bir tek ihtimaldir. Böyle bir ihtimalden korkan; insan değil, hayvan da olamaz!´“ (Nursi, Mektubat. Envar: İstanbul, 2013, S. 415). Burada Bediüzzaman çok net bir şekilde SFBT yöntemini kullanıyor. SFBT´de kullanılan “Exception Questions”, yani istisna sorular metodunu kullanıyor ve sorularla muhatabın korku, vesvese, kaygı ve endişesini indiriyor.

Metnin ve konuşmanın devamında ise Bediüzzaman yine SFBT´de bilinen başka bir metodu uygular: „Hem ona dedim: ´Acaba kaç sene yaşamayı tahmin ediyorsun?´ Dedi: ´Ben ihtiyarım, belki on sene daha yaşamam ihtimali vardır.´ Dedim: ´Ecel gizli olduğundan, herbir günde ölmek ihtimali var; öyle ise üçbin altıyüz günde her gün vefatın muhtemel. İşte kayık gibi üçyüzbinden bir ihtimal değil, belki üçbinden bir ihtimal ile bugün ölümün muhtemeldir, titre ve ağla, vasiyet et!´ dedim. Aklı başına geldi, titreyerek kayığa bindirdim. Kayık içinde ona dedim: ´Cenab-ı Hak havf damarını hıfz-ı hayat için vermiş, hayatı tahrib için değil! Ve hayatı ağır ve müşkil ve elîm ve azab yapmak için vermemiştir. Havf iki, üç, dört ihtimalden bir olsa.. hattâ beş-altı ihtimalden bir olsa, ihtiyatkârane bir havf meşru olabilir. Fakat yirmi, otuz, kırk ihtimalden bir ihtimal ile havf etmek evhamdır, hayatı azaba çevirir´“ (Nursi, Mektubat. Envar: İstanbul, 2013, S. 415). İlk paragrafın devamı olan bu metinde SFBT´de kullanılan “Scaling” tekniği, yani ölçekleme tekniği kullanılıyor. Burada Bediüzzaman istisna sorularından sonra arkadaşının korktuğu şeyin gerçekleşme ihtimalin ölçeklemesini istiyor.

SFBT tekniği çözüm odaklı olduğu için, geçmiş zaman yerine, hal-i hazırı konu eder. Bu metoda da Bediüzzaman´ın eserlerinde bir çok yerde rastlamak mümkün. Örneğin: „Birden hatırıma geldi ve dedim: ´Kardeşim, geçmiş sıkıntılı yüz günün şimdi sürurlu yüz gün hükmündedir. Onları düşünüp, şekva etme; onlara bakıp şükret. Gelecek günler ise, madem daha gelmemişler. Rabbin olan Rahmanurrahîm’in rahmetine itimad edip, dövülmeden ağlama, hiçten korkma, ademe vücud rengi verme. Bu saati düşün; sendeki sabır kuvveti bu saate kâfi gelir´“ (Nursi, Lemalar. Envar: İstanbul, 2013, S. 11). Burada kullanılan „ademe vücud rengi verme“ anlayışını Bediüzzaman daha bir çok konuda genel bir metot olarak kullanır.

SFBT terapisinin hal-i hazıra ve çözüme odaklanmasının ana sebeplerinden bir tanesi ise, her insanın kendi problemlerini ve sorunlarını çözebilecek potansiyeli sahip olduğu inancı. Bediüzzaman eserlerinin bir çok yerinde bu metodu sabır konusuyla ele alır: „Cenâb-ı Hakkın sana verdiği sabır kuvvetini eğer yanlış yolda dağıtmazsan, her meşakkate ve her musibete kâfi gelebilir; ve o kuvvetle dayan“ (Nursi, Sözler. Envar: İstanbul, 2013, S. 364).

Terapi’de lazım olan sebeb-sonuç ilişkisine de Bediüzzaman değinir: „Evet, manen terakki etmeyen avam içinde kaderin cây-ı istimali var. Fakat o da maziyat ve mesaibdedir ki, ye’sin ve hüznün ilâcıdır. Yoksa maasi ve istikbaliyatta değildir ki, sefahete ve atalete sebeb olsun“ (Nursi, Sözler. Envar: İstanbul, 2013, S. 463). SFBT´ye göre çözümün her zaman problemle alakası olamayabilir. Dolayısıyla sürekli problemi konuşmayı lüzumsuz olarak görür. Aynı şekilde burada Bediüzzaman da problemlere takılmamayı tavsiyede bulunuyor.

Kanat ZHAILAUBAYEV, Manevi Danışman, Taraz/Kazakistan, baylikanat@gmail.com
Dr. Cemil ŞAHİNÖZ

Risale Haber, 31.01.2023
https://www.risalehaber.com/cemil-sahinoz-said-nursi-ve-psikoterapide-sfbt-metodu-24913yy.htm

Hinterlasse einen Kommentar

Eingeordnet unter Türkische Kolumne / Türkce Makaleler

(02.01.2023) İslam İlahiyatı okuyan öğrencilerin meslek tercihleri

İslam İlahiyatı okuyan öğrencilerin meslek tercihleri

Almanya´da doğan, burada sosyalize olan ve almancayı anadili olarak kullanan genç imamlar yetiştirmek için camilerin çatı dernekleri yıllardır farklı projeler, eğitim yolları vs. oluşturmaktalar. Kimisi Almanya´da ve Türkiye´de bulunan üniversitelerle beraber çalışıyor, kimisi üniversitelere ek olarak pratik eğitim kursları sunuyor.

Aynı zamanda 2011´den itibaren Almanya´nın farklı şehirlerinde, örneğin Erlangen-Nürnberg, Frankfurt-Gießen, Münster, Osnabrück, Berlin ve Paderborn´da, İslam İlahiyatı Fakülteleri kuruldu. Yaklaşık 2500 öğrenci bu fakültelerde okuyorlar.

Bu fakültelerden mezun olan öğrenciler ile ilgili Frankfurt Üniversitesinde bulunan “Bilim ve Toplumda İslam Akademisi“ (AIWG), Mainz ve Gießen Üniversiteleriyle beraber bir araştırma yaptı. Araştırmada, 2016-2019 seneleri arasında Frankfurt am Main, Erlangen-Nürnberg, Gießen, Münster, Osnabrück ve Tübingen üniversitelerinde İslam İlahiyatı okumuş olan yaklaşık 570 mezundan 200´den fazlasının meslek seçimleri ele alındı.

Araştırmanın sonuçlarına göre İslam İlahiyatı okuyan öğrencilerin %75´i bayanlardan oluşuyur. Genel olarak öğrenciler İlahiyat fakültelerinden memnun olduklarını belirtiyorlar. Temel akademik yeterliliklerin öğretilmesini öğrenciler olumlu yorumluyor. Ayrıca fakülte sayesinde kendilerinin müslüman olarak savunmaları gerekmediği bir alanın olmasını da müsbet olarak dile getiriyorlar.

Öğrenciler ve mezunlar tek eksik olarak daha fazla pratik eğitim almak istediklerini belirtiyorlar. Bu eksiklik geçmiş yıllarda da sürekli dile getiriliyordu. İlahiyat öğrencileri haklı olarak üniversiteyi bitirince, diplomalarını elde edince nerede çalışacaklarını soruyorlardı. Normalde hepsinin camide imam olabilecek kapasitede olması gerekirken, bir çok öğrenci „İlahiyat okuduk, ama hutbe bile veremiyoruz!“ diyorlardı. Fakat bu eksiklik büyük bir ölçüde artık giderildi. Üniversitedeki eksik pratik eğitimini camilerin çatı dernekleri farklı kurs ve seminerlerle vermeye çalışıyorlar.

Üniversiteyi bitirmeden bırakanların oranı ise her sene düşüyor. İlk zamanlar bu oran %50´nin üstündeydi. Çoğu öğrenciler, üniversiteyi bitirmeden bırakıyorlardı. Fakat bu oran gittikçe düşüyor. Yani artık çoğunluk, fakülteyi başarıyla bitiriyor.

İslam İlahiyatı mezunlarının %13´ü camilerde görev yapıyorlar, %7´si Maneve Bakım (Spiritual Care, Seelsorge) alanında, örneğin hastanede veya hapishanede, mesleklerini icra ediyorlar. Öğrencilerin %44´ü pedagojik alanlarda meslek hayatlarına devam ediyorlar. %26 ise sosyal alanlarda görev yapıyor. %15´i akademisyen olarak kalıyor.

Öğrencilerin çoğu mezun olduktan sonra kendilerine uygun bir meslek aramak zorundalar. Çünkü ilahiyat eğitimiyle, eğer camide görevli olmak istemiyorsanız, çok fazla meslek seçimi olmuyor. Mezunlar, ayrıca mesleklerinin ilk yıllarında sadece geçici görevler alabildiklerini ifade ediyorlar. Meslek hayatına girenlerin %47´si tam gün çalışıyorlar. Araştırmaya göre İlahiyat mezunlarının yarısından azı tekrar İlahiyatı seçermişti, yani seçimlerinden pişman değiller, aldıkları eğitimden memnunlar.

İslam Din Dersi mezunlarının ise %66´sı bu bölümü okumaktan memnun olduklarını belirtiyorlar. Üniversiteden sonra okula geçiş çoğunluk için kolay olmuş, fakat İslam Din Dersi henüz okullarda tam oturmadığı için farklı sorunlar yaşadıklarını belirtiyorlar.

Araştırmayı yapan ekibe göre İslam İlahiyatı mezunları genelde topluma katkıda bulunuyorlar ve örneğin gönüllü olarak dini veya sosyal alanlarda görevler alıyorlar. Bu ise öğrencilerin toplumsal sorumluluk bilincinin yüksel olduğunu gösteriyor.

Dr. Cemil Şahinöz, Öztürk, Ocak 2023

Hinterlasse einen Kommentar

Eingeordnet unter Türkische Kolumne / Türkce Makaleler

(02.12.2022) Dizilerden etkilenmemek mümkün mü?

Dizilerden etkilenmemek mümkün mü?

Yapılan bir araştırmaya göre Türkiye´de ortalama 80 dizi yayınlanıyor. Bu dizilerin konusu ise büyük bir çoğunluk ile mafya konuları veya geniş anlamda aile-aşk konuları. Geriye kalanlar ise örneğin komedi dizileri, uzattıkça gerçek dışı olayları içeren tarih dizileri veya hazırlanmış senaryolardan ibaret olan, fakat gerçekmiş gibi gösterilen “yarışmalar“.

Dizilerin içerikleri de çoğu zaman birbirine benziyor.

Mafya dizilerinde, aslında kötü olan şahıslar, sanki iyilik yapıyorlarmış gibi kahraman ve kurtarıcı olarak gösteriliyorlar. Gerekçe olarak da, devlet bu işleri çözemediği için, mecburen iyi kalpli mafyanın çözmesi gerektiği anlatılır.

Aile-aşk dizilerinde ise, çoğunluk olarak ya zengin aileler ya da reklam şirketlerinde çalışan, fakat çalışmak yerine bambaşka işlerle uğraşan gençler tematize ediliyor. Konu ise her zaman aynıdır. Kavuşulmayan aşklar, uzattıkça uzatılan problemler, sürekli bağırmalar, cinnet geçirecek kavgalar, melankolik melodiler ve herkesin herkesi herkez ile aldatmalar. Ve kötülük yapan şahıs genelde kişinin en yakını, en iyi dostu, akrabası vs. oluyor. Çizilen resime bakılırsa, aile çok kötü birşey, sürekli kavgalar ve entrikalar var ve kimse kimseye güvenmiyor.

Özetleyecek olursak, mafya dizilerinde, yasa dışı işler çevirenler iyi, aile-aşk dizilerinde ise aile anlayışını tamamen yok eden anlayışlar mevcut.

Tamamen hakikate zıt olan ve insanın fıtratıyla ve realitesiyle bağdaşmayan bu senaryolar, izleyicileri menfi, negatif şekilde etkileyebiliyor, özenti meydana getirebiliyor. Dizilerdeki sadece bağırmalar, cinnet geçirmeler ve melankolik melodiler bile insanı depresyona, üzüntüye, kedere sokmaya yeterli.

Fakat bu tarz dizileri izleyenlere sorulduğunda ise „ben kesinlikle etkilenmiyorum“ sözünü sıkca duyarsınız. Hiç kimse kendisinin etkilendiğini düşünmez veya fark etmez.

Fakat gerçekten etkilenmemek mümkün mü?

Başka bir araştırmaya göre Türkiye´deki dizilerin ortalama 200-300 bölümü oluyor. Her bölüm ise, anormal bir şekilde 2 saaten fazla sürüyor. Bu da Türkiye´ye has bir durum olsa gerek.

İnsan duyduğu, gördüğü, izlediği, okuduğu, bilerek veya bilmeyerek algıladığı herşeyi bilinçaltına kayıt eder. Üstelik bu kayıt anne karnında başlar. Hayatımız boyunca bilinçaltımızı bu şekilde bilerek veya bilmeyerek doldururuz. Düşüncelerimiz, davranışlarımız, hayallerimiz, korkularımız, endişelerimiz, hatta vesveselerimiz bile bu bilinçaltından beslenir.

Bilinçaltımızda bulunan tüm bilgiler bizim gerçekten inandığımız bilgiler değildir. Adeta bir çöplük gibi orası hayatımız boyunca birikir durur.

Dolayısıyla insanın yapısına ve fıtratına tamamen ters olan bu senaryolar sürekli kafamızda, bilinçaltımıza birikmeye başlar. Üstelik senelerdir, 10-20 sene bu tarz dizileri izlediğimizi düşünürsek. ne kadar çok birikim oluştuğunu anlarız.

Bilinçaltımıza yerleştirdiğimiz bu senaryolar, biz fark etmeden güncel hayatımıza yansımaya başlar. Dizilerde gördüğümüz herşey, küçük bir söz bile olsa, hepsi yavaş yavaş birikim oluşturur ve biz de senaryodaki davranışa meyl etmeye başlarız. Örneğin dizideki şahıslar gibi davranmaya, konuşmaya başlarız, kendimizi diziden birinin yerine koyarız, oradaki çözümleri normal olarak algılarız. Dizideki mafya hareketlerini ve çökmüş aile yapılarını normal olarak algılamaya başlarız. Bu saydıklarımın hepsini bilmeden ve fark etmeden yaparız, bu sebeple de etkilenmediğimizi düşünürüz.

Halbuki dizilerden etkilenmemek mümkün değil. Etkilenmemek için bilinci ve duyguları olmayan bir robot olmak gerekir.

Bilinçli dizi tüketimi

Gıda konusunda bilinçli bir tüketim sağlarız. Vücudumuza zarar veren şeyleri vücudumuza sokmayız. Aynısı bilinçaltımız için de geçerli olmalı. Bilinçaltımıza yerleşecek olan bilgileri kendimiz seçmemiz gerekir. Bu nedenle bilinçli bir dizi tüketimi gerekir.

Dr. Cemil Şahinöz, Öztürk, Aralık 2022

Hinterlasse einen Kommentar

Eingeordnet unter Türkische Kolumne / Türkce Makaleler

(01.11.2022) Anadil dersleri eyaletlerde nasıl veriliyor?

Anadil dersleri eyaletlerde nasıl veriliyor?

Almanya´da okullarda anadili almanca olmayan yüzbinlerce öğrenci var. Bu öğrenciler ve veliler anadillerini koruma amacıyla okullardan, eyaletlerden, okul bakanlıklarından anadil dersleri talebinde bulunuyorlar. Özellikle türkçe gibi yaygın olan dillerde dersler talep ediliyor.

Türkçe dersleri zamanında Almanya genelinde çok yaygındı. Hemen hemen her okulda, özellikle türklerin yoğunlukda olduğu Berlin ve Kuzey Ren-Vestfalya eyaletlerinde, türkçe dil eğitimi almak mümkündü. Bu dersler okul müfredatının dışında kurs şeklinde verilirdi ve notlar karneye yansımazdı. Bu kurslar genelde konsolosluklar tarafından düzenlenirdi. Bazı okullarda ise türkçe dersi okulun müfredatında yer alırdı ve bu dersde alınan notun bir önemi vardı.


Zamanla anadil dersleri azalmaya başladı. Bunun farklı sebepleri vardı. Bazen öğretmen yetersizliği, konsoloslukların eleştirilmesi, bazen kurslara ihtiyaç duymamak, bazen de anadillere gösterilen umursamazlık sebebiyle dersler kaldırılmıştı. Bu konulara geçmiş yazılarımızda çok değindiğimiz için burada kısa kesiyoruz. İsteyenler Öztürk´ün arşivinden ulaşabilirler.

Eğer bugüne geri dönersek, son yıllarda anadil derslerinin yine çoğaldığını görüyoruz. Şuan Almanya genelinde toplam 140.000 öğrenci anadil derslerine katılıyor. Bu sayı olması gerekenin ve talebin çok altında olsa da, katılım sayısında bir yükseliş var.

Bir çok okul tekrar anadil dersleri vermeye başladı. Kimi eskisi gibi kurs olarak, kimise de müfredat içinde bir ders olarak anadil derslerini veriyor. Eyaletler, genelde kurs şeklinde dersleri tekrar vermemek için müfredat içindeki anadil derslerini çoğaltma çabasındalar.

Eyalet farkları

Bu bağlamda araştırma yapan Mediendienst Integration kurumunun tespitlerine göre, Almanya´da eyaletler arası farklı uygulamalar var. Bilindiği gibi Almanya´da okul sistemi eyaletten eyalete değişiyor, dolayısıyla hem anadil derslerinde hem diğer derslerde, diplomalarda, karnelerde, hatta okul tatillerinde bile çeşitlilikler ortaya çıkıyor.

Araştırmaya göre 7 eyalette hem okul müfredatı içerisinde anadil dersleri veriliyor hem de aynı zamanda kurs şeklinde anadil dersleri veriliyor. 5 eyalette ise sadece okul müfredatı içinde anadil dersleri mevcut. Bavyera ve Baden-Württemberg eyaletlerinde öğrenciler sadece kurs olarak anadil derslerine katılabiliyorlar.

Berlin, Brandenburg, Bremen, Rheinland-Pfalz ve Kuzey Ren-Vestfalya eyaletleri son iki yılda müfredat anadil derslerini daha da genişlettiler. Saarland eyaletinde 2019´da kurs olarak verilen anadil dersleri kaldırdı. Hamburg ve Hessen eyaletlerinde kurs olarak verilen anadil derslerine iki yıl öncesine göre önemli ölçüde daha fazla öğrenci katılıyor. Hamburg´da yaklaşık %30, Hessen´de ise %40 civarında daha fazla öğrenci derslere katılıyor.

Anadil derslerinin büyük bir kısmı ilkokullarda verilmektedir. Ortaokullarda ise anadil dersleri yetersiz sayıda veriliyor ve var olan ihtiyacı doldurmuyor.

Federal eyaletlerden alınan bilgilere göre, anadil dersleri son zamanlarda korona pandemisi nedeniyle evde eğitimde de sıklıkla yer aldı.

En yaygın dil türkçe

En yaygın anadil dersi ise, beklendiği gibi türkçe. Arapça, lehçe ve rusça Doğu Almanya’da yaygın anadil dersleri. İspanyolca, İtalyanca veya Hırvatça dersleri de yaygın.

Kuzey Ren-Vestfalya, Saksonya ve Rheinland-Pfalz eyaletlerinde en geniş anadil dersleri veriliyor. Bu eyaletlerde çok farklı dillerde anadil dersleri mevcut. Genelde ise büyük şehirlerde anadil dersleri daha yaygın.

Bielefeld şehrinde durumlar nasıl?

Bielefeld şehrinde 19 ilkokulda ve 3 ortaokulda türkçe anadil dersleri veriliyor. Diğer diller katılım yetersizliği nedeniyle nadiren veriliyor. Çünkü ilkokulda anadil dersi verebilmek için 15 öğrenci, ortaokulda ise 18 öğrenci gerekiyor. Bu sayılara her zaman ulaşmak mümkün olmuyor. Bazen bu sayılara ulaşabilmek için sınıflar, hatta okullar birleştiriliyor. Bu ise bazı öğrenciler için ulaşım sıkıntısını meydana getiriyor.

Dr. Cemil Şahinöz, Öztürk, Kasım 2022

Hinterlasse einen Kommentar

Eingeordnet unter Türkische Kolumne / Türkce Makaleler

(13.08.2022) 61 sene sonra türk işciler tekrar Almanya yolunda

61 sene sonra türk işciler tekrar Almanya yolunda

Almanya ve Türkiye 1961´de işci anlaşması imzaladılar. Bu anlaşma sayesinde yüzbinlerce insan Türkiye´den Almanya´ya geldi. Sirkeci tren garında hergün yüzlerce insan toplandı. Ailelerini, sevdiklerini geride bırakıp, ellerinde bir bavul ile “gurbet“ kelimesini yaşamaya gittiler ve “gurbetçi“ oldular.

61 sene önce Türkiye´den ilk işciler Almanya´ya geldiklerinde “misafir” olarak geldiklerini zannediyorlardı. Yani bir kaç sene Almanya´da çalışıp, traktör parası kazanıp, Mercedes markalı araba, alman çikolatalarıyla dolu olan bir torba ve bir radyo ve televizyon alıp, vatanlarına geri döneceklerini hayal ediyorlardı. Ama dönemediler. Almanya´nın cazibesi “misafirleri” yabancı, yani gurbetçi yaptı.

Şimdi, tam 61 sene sonra, Almanya tekrar Türkiye´den işci talep ediyor. Yani tekrar Almanya´ya iş gücü akımı başlamak üzere olabilir.

Bunun sebebi ise Almanya´da belli alanlarda büyük bir iş gücü açığının olması. Bu açık korona pandemisinden önce de vardı ve yıllardır birikiyordu. Pandemi sürecinde ise bu eksik daha da çoğaldı. Neticede büyük bir kalifeli eleman eksikliği oluştu.

Bu eksikliği doldurabilmek için Almanya 61 yıl öncesinde olduğu gibi tekrar misafir işcilere başvuruyor. Önce Avrupa Birliğinde´ki ülkelere başvuru yapıldı. İspanya´dan işciler geldi. İtalya ve Yunanistan´dan da belli sayıda işci geldi. Fakat eksikliği doldurmaya yetmedi.

Geçen aylarda ise özellikle havaalanındaki eksiklikleri doldurabilmek için geçici olarak havaalanı çalışanı alımı başladı. Bu işciler geçici bir süre Almanya´da çalışıp, ülkelerine geri dönecekler. Bu bağlamda Türkiye´den 2000 işci istenilmişti, fakat sadece 145 çalışan geldi.

Şimdi ise garson, aşcı, kargo elemanı ve hotel personeli alımı için yasa hazırlanıyor. Bu kapsamda Türkiye´den kalifeli ve yetişmiş elemanlara kolay vize verilecek.

İlk aşamada Almanya´dan Türkiye´ye geri dönen çifte vatandaşlar öncelikli olarak alınacak. Çünkü bunlar büyük çoğunluk ile hem iyi almanca biliyorlar hem de Almanya´daki yaşamı bildikleri için cabuk uyum sağlayabilirler düşüncesi var.

Bunun dışında zaten binlerce doktor, Türkiye´den Almanya´ya gitti bile. Sağlık ve bakım personeli açığından dolayı da Türkiye´den Almanya´ya giden işciler var.

Şirketler eskiden sadece işci kurumuna başvurdukları halde Almanya´dan personel bulamayınca, yurt dışından özel nitelikli personel getirebiliyorlardı. Yeni yasaya göre bir şirket veya kuruluş Türkiye´den bir işciye talip olduğunda, o kişi kolay bir şekilde vize alacak ve Almanya´ya yerleşip çalışma imkanı bulacak. Yani istek şirketten gelmesi gerekiyor. Sadece havaalanı sektöründe bireysel başvurular olabiliyor. Bunun dışında isteği şahıs değil, şirket veya kurum yapmak zorunda.

İşcilerin hemen gelmesi amaçlandığı için, almanca bilme şartı da koyulmuyor. Sadece çalışılacağı bölümün uzmanı olunduğu belgelenmesi gerekiyor.

Alman siyasetçilerin beklentilerine göre, bu yılın sonuna kadar 100.000 türk işcinin geleceği tahmin ediliyor. Bu rakam ulaşılırmı bilinmez, havaalanı personelinde ve Avrupa Birliği üyelerinden istenilen işcilerde beklenilen sayıya ulaşılamada. Almanya´nın eski cazibesi varmı, bekleyip görmek gerekiyor.

Dr. Cemil Şahinöz, Risale Haber, 13.08.2022
https://www.risalehaber.com/61-sene-sonra-turk-isciler-tekrar-almanya-yolunda-24497yy.htm

Hinterlasse einen Kommentar

Eingeordnet unter Türkische Kolumne / Türkce Makaleler

(02.07.2022) KRV koalisyon sözleşmesinde İslam ve müslümanlar

KRV koalisyon sözleşmesinde İslam ve müslümanlar

Kuzey Ren Vestfalya (NRW) eyalet seçimi sonrası koalisyon kuran CDU ve Yeşiller partisi koalisyon sözleşmesini yayınladılar. Sözleşmede müslümanları ilgilendiren maddeler de bulunuyor,

Sözleşmede okullarda verilen İslam Din Derslerine, İlahiyat Fakültelerine, müslüman kuruluşlara ve resmi statülerine, Sosyal Yardım Kuruluşlarına, hasta bakım hizmetlerine, mezarlıklara ve imamlara yer veriliyor.

İslam dini ve müslümanlarla ilgili maddeler şunlar:

  • Okullarda verilen İslam Din Dersleri genişletilecek. İslam Din Derslerini düzenleyen ve koordine eden komisyon ile çalışmalar devam edecek ve komisyona yeni kurumların alınması da görüşülecek (III, 3).
  • İslam İlahiyat Fakültelerinin üniversitelerde yaygınlaşması desteklenecek. Münster´de var olan fakülte güçlendirilecek. KRV eyaletinde bir İlahiyat Fakültesinin daha kurulması için çaba verilecek (III, 3).
  • İslami kuruluşlarla oluşturulan verimli ve önemli işbirlikleri devam ettirilecek (IV, 9.).
  • Müslümanlar bu toplumun parçasıdırlar (IV, 9).
  • Müslümanlar tarafından kurulacak olan Sosyal Yardım Kuruluşları ve hasta bakımı gibi hizmetler sunan kuruluşlar desteklenecek (IV, 9).
  • Müslüman mezarlıkların kurulmasında destek olunacak (IV, 9).
  • Hukuksal şartlar yerine geldiği takdirde, müslüman kuruluşlara resmi statü verilecek (IV, 9).
  • Yurtdışından bağımsız olan ve almanca bilen imamlar yetiştirilecek (IV, 9).
  • KRV eyaletinde bir devlet yüksek okulunda imamlar yetiştirilecek (IV, 9).

Maddelerin bazıları çok tanıdık. Yeni değil, zaten senelerdir konuşulan ve tartışılan maddeler. Sadece KRV eyaletinde değil, genel olarak Almanya´da çözüm arayan maddeler.

Tabiki burada sadece yeni kurulan hükemetin tutumu değil, müslüman toplumunda tutumları yön gösterecektir.

Özellikle müslüman mezarlıklar konusunda son senelerde bürokratik bir kolaylaştırma söz konusu. Birçok şehirde müslüman mezarlıklar kuruldu.

İslam Din Dersi, İlahiyat Fakülteleri, imam yetiştirme kurumları en az 10 senedir gündemde.

Müslüman kuruluşların resmi statüsü ise 30 senedir konuşulan, fakat hukuki sebeplerden dolayı ilerlemeyen bir konu.

Müslüman toplumun belki daha fazla ağırlık vermesi gereken konu ise Sosyal Yardım Kuruluşları. Almanya geleneğinde toplumsal sosyal yardımı devlete ait olmayan sivil kuruluşlar, yine devletten aldıkları maddi yardım ile gerçekleştirir. Ancak bu kuruluşların olmadığı yerlerde devlet devreye girer.

Müslümanlar da kendi Sosyal Yardım Kuruluşlarına kurmak zorundalar. İleriye yönelik gerekecek olan hizmetler, ister hasta ve yaşlı bakım hizmetleri olsun ister manevi bakım (Seelsorge) olsun, hızlıca ihtiyaç haline geldi. Bu hizmetleri kaliteli ve kalıcı verebilmek ve ihtiyaçları karşılayabilmek için var olan Sosyal Yardım Kuruluşlarıyla beraber çalışan müslüman Sosyal Yardım Kuruluşlarına ihtiyaç var.

Dr. Cemil Şahinöz, Öztürk Gazetesi, Temmuz 2022

Hinterlasse einen Kommentar

Eingeordnet unter Türkische Kolumne / Türkce Makaleler

(01.06.2022) NRW Eyalet Meclisinde yabancı uyruklu milletvekilleri

NRW Eyalet Meclisinde yabancı uyruklu milletvekilleri

Kuzey Ren Vestfalya (NRW) eyalet seçimlerini geride bıraktık. CDU Partisi %35.7, SPD %26.7, Yesiller %18.2, FDP %5.49, AfD %5.4, Sol Partisi %2.1 ve diğer partiler %6 oy aldı. Yabancılar tarafından kurulan BİG tartisi ise 4232 oy alarak %0.1 aldı. Bielefeld´de BİG partisi 364 oy topladı.

2017 senesindeki bir önceki eyalet seçimlerinin sonuçlarına bakar isek, Yeşiller oylarını %11.8 çoğalttılar. CDU partisi de oylarında artış gördü, oyları %2.8 artti. Diüer partiler hep oy kaybettiler. FDP %6.7, SPD %4.5, Sol Partisi %2.8 ve AfD %2 oy kaybetti.

Seçimin en önemli yanı ise, %55.5 oran ile çok düşük seçime katılım oranı oldu. 1950´den itibaren yapılan NRW eyalet seçimlerinde ilk defa bu kadar düşük bir katılım gerçekleşti. 1975´de %86.2 ile şimdiye kadar en çok katılım gerçekleşmişti. 2017´deki bir önceki seçimde katılım oranı %65.1 idi. Siyaset bilimcileri bu düşüşün sebeblerini araştırırken, biz de seçilen milletvekilleri arasındaki yabancı uyruklu milletvekillerine bir bakalım.

Seçim bölgelerindeki adaylara bakar isek, WDR´nin bir araştırmasına göre adayların %15´i yabancı uyrukluydu. En fazla yabancı uyruklu aday ise %21 oran ileYeşiller de mevcuttu. En az aday ise %8 ile CDU´da vardı.

Yeni eyalet meclisinde CDU 76, SPD 56, Yeşiller 39, FDP 12 ve AfD 12 milletvekili ile temsil edilecek. Mediendienst Integration´un araştırmasına göre toplam 195 milletvekilinden sadece 17 tanesi yabancı uyruklu. Yani milletvekillerinin %8.7´si yabancı uyruklu. Halbuki NRW eyaletinde yabancı uyrukluların toplumda oranı %31.7.

Bu rakam son dönem eyalet meclisine onaran yine de bir yükseliş gösteriyor. Çünkü daha önceki mecliste, Rheinische Post´un araştırmalarına göre 199 millevetkilinden sadece 10 tanesi yabancı uyrukluydu, bu da oran olarak %5 yapar.

Seçilen 17 kişinin 9´u parti listelerinden (en fazlası 5 taneyle Yeşillerden) ve 8´i seçim bölgelerini kazanarak (en fazlası 6 taneyle SPD´den) eyalet meclisine girmeyi hak ettiler.

Oran olarak en çok yabancı uyruklu milletvekili, yabancılara karşı tutumuyla bilinen AfD partisinde yer alıyor. 12 milletvekilinden 2 tanesi yabancı uyruklu, bu da %16.7 yapar. Tezat gibi duran bu durum, aslında hiç de tezat değil. Çünkü AfD ile ilgili daha önce yapılan araştırmalar da AfD´nin her türlü yabancıya karşı olmadığını, belli yabancılara karşı olduğunu gösteriyor. Örneğin, kendi milletlerine benzeyen insanlara karşı degil, kendilerine çok farklı kültürden olanlara karşı düşmanlık besliyorlar.

Yeşiller´de ise, 39 milletvekilinden 6´sı (%15.4) yabancı uyruklu. SPD´de 56´dan 8´i (%14.3) ve CDU´da 76 milletvekilinden sadece 1 tanesi yabancı uyruklu (%1.3). FDP partisinde ise 12 milletvekillerinden hiç biri yabancı uyruklu değil (%0).

Dr. Cemil Şahinöz, Öztürk Gazetesi, Haziran 2022

Hinterlasse einen Kommentar

Eingeordnet unter Türkische Kolumne / Türkce Makaleler

(12.05.2022) Sessiz Irkçılık

Sessiz Irkçılık

Tanınmış alman bir yazar ırkçılık ve dışlanma hakkında seminer veriyor. Son 10 yılda hem Almanya´da, hem genel olarak Avrupa´da yükselen ırkçılıktan bahsediyor. Mültecilere ve yabancılara karşı nefretin çoğaldığını anlatıyor. İslam düşmanlığının, camii saldırılarının her sene zirve yaptığını sayı ve verilerle aktarıyor. Soru-Cevap bölümüne gelindiğinde ise dinleyicilerden alman bir erkek ayağa kalkıp, „Biz bu bahsettiğiniz ırkçılığı günlük hayatımızda hiç görmüyoruz? Hiç rastlamiyoruz? Acaba abartıyor olabilirmisiniz?“ diye, biraz da gülerek, soruyor. Semineri veren yazar ciddileşiyor ve soruyu yönelten kişiye dönerek, cevabını veriyor: „Beyefendi, siz sarışınsınız, gözleriniz mavi, erkeksiniz, uzun boylusunuz, kilonuz da tam yerinde, gözlüğünüz de yok. Siz ırkçılığın ve dışlanmanın ne olduğunu nereden bileceksiniz?“

Evet, “Sessiz İstila“ filimini hazırlayanlar, destekleyenler, maddi katkıda bulunanlar ırkçılığın ve dışlanmanın ne olduğunu nereden bilecekler?

Eğer bilselerdi, filimlerindeki kullandıkları tüm argümanların Avrupa´da var olan yaklaşık 50 ırkçı siyasi partiler tarafından kullandıklarını bilirlerdi. Bilmek istiyorlarsa Avrupa´daki yabancılara ve mültecilere sorsunlar. Irkçılık ve ayrımcılığı hergün yaşayan insanlara bir sorsunlar.

Almanya´daki AfD, Hollanda´daki PVV, Avusturya´daki FPÖ, Fransa´daki FN, Slovakya´daki SNS ve daha nice ırkçı siyasi partilerin söylemleri hep aynı: „10-20 sene sonra ülkemizde çoğunlukla mülteciler olacak, ülkemiz yabancılaşmış olacak. Bu yabancılar sebebiyle iş bulamıyoruz ve sokaklarımızda güvenli halde değiliz. Sokaklarımızda yürüyemiyoruz bile. Her yerde yabancı tabelalar asılı ve her yerde yabancı diller konuşuluyor. Tüm mülteciler sürekli suç işliyorlar. Bunlar entegre olmazlar, uyum sağlamazlar. Hepsini geri gönderelim.“

Bu söylemlerin “Sessiz İstila“ ve bu filimin yapımcıların söylemleriyle ne farkı var? Hiç bir farkı yok. Fakat filimin yapımcıları, ırkçılığın ne olduğunu bilmedikleri için, vatana hizmet ettiklerini zannediyorlar.

Halbuki yukarıdaki söylemlerin tümünü Avrupa´da yaşayan mülteciler, yabancılar, göçmenler, müslümanlar, türkler son senelerde hergün duyuyorlar. Eğer siz bu insalara „Ne var canım, bu sizin duyduklarınız ve yaşadıklarınız ırkçılık değil ki“ derseniz, kibarca ahmaklık etmiş olursunuz.

Eğer Avrupa´da yaşayan insanlara ırkçılığın ne olduğunu sorma imkanları yoksa, Türkiye´deki mültecilere de sorabilirler. Böyle bir filime ve bu şekildeki söylemlere muhatap olan  mülteciler bunu “basit bir siyasi sorun“ olarak mi görürler, yoksa düpedüz ırkçılık olarak mı nitelendirirler.

Eğer maksat siyasi bir eleştiri, göçmen siyasetini, uyum politikasını, yapılan uygulamaları ve düzenlemeleri eleştirmek ise, bunu yapıcı olarak yapmanın bir çok farklı ve etkili yolları vardır. Fakat böyle söylemlerle ancak halkı mültecilere karşı kışkırtmış olursunuz.

Biraz daha fazla oy toplama sebebiyle, popülist söylemlerle insanların damarlarına basmak, kavimcilik hislerini harekete geçirmek, vatana hizmet değil, kardeşleri birbirine vurdurmaktır. Nitekim 20. Yüzyılın başlarinda tüm dünyada hızla yayılmaya başlayan ırkçılık fikri de kardeşleri, milletleri, ülkeleri bu düşünceden dolayı böldü. Yüzyıllardır beraber yaşayan insanlar, asabiyet ve kavimcilik fikriyle birbirlerine düşman kesiliverdiler.

Yukarıda bahsettiğimiz Avrupa´daki ırkçı hareketleri de sessiz ve sakin büyümeye başlamışlardı. Umariz ki, Türkiye´de de bu şekilde sessiz bir ırkçılık başlamaz ve sesli bir ayrımcılığa dönüşmez.

Ensar ve Muhacir geleneğinden gelen bir ümmet, ayrıştırıcı olmak yerine birleştirici unsurları ön planda tutmalı.

Dr. Cemil Şahinöz, Risale Haber, 12.05.2022
https://www.risalehaber.com/sessiz-irkcilik-24245yy.htm

Hinterlasse einen Kommentar

Eingeordnet unter Türkische Kolumne / Türkce Makaleler

(01.05.2022) İyileşmek için sadece dua etsek olmaz mı?

İyileşmek için sadece dua etsek olmaz mı?

Sözlerimizle yaptığımız dua´ya kavli dua denir. Fiillerimizle, davranışlarımızla, hareketlerimizle yaptığımız dua´ya fiili dua denir. Kabiliyetlerimiz de bir duadır. Yani yaptığımız her hareket aslında niyetimize bağlı olarak birşey için duadır. Ayağa kalkarız ve mutfağa doğru gideriz, mutfağa gitmek için bir duadır. İşe gideriz, rızık için duadır vs. Ve bu dua daha tesirlidir, çünkü daha samimidir. Gerçekten olmasını istediğimiz birşey için hareket etmiş oluruz.

Sorunlarımızı çözmek istediğimizde de aynı şekilde, bu kurala uygun hareket etmemiz gerekir. Sadece sözlerle dua etmek yetmez, sorunların çözülmesi için birşeyler yapmamız gerekir. Sadece dil ile dua yetseydi başta peygamberler ve sahabeler o şekilde hareket ederdi. Halbuki Hz. Muhammed (sav) Mekke´den Medine´ye yürüyerek hicret ediyor. Cenab-ı Allah isteseydi Mirac hadisesinde olduğu gibi hicrette de bir an´da kendisini Medine´ye vardırırdı.

Meşhur deve hadisi buna güzel bir örnektir. Peygamber Efendimiz’in yanına bir bedevi gelir. Resûlullah kendisine sorar:

– Deveni nereye bıraktın?

Bedevi:
– Allah’a emanet ettim.

Resûlûllah kendisine şu cevabı verir:

– Evvela deveni sağlam kazığa bağla, daha sonra Allahû Tealâ’ya emanet et.

Aynı şekilde, “Devem benim her şeyim. Yükümü taşır, beni taşır. Ama hastalandı ve hastalıktan kurtulamıyor. Ben dua ediyorum ama Allah dualarımı kabul etmiyor!” diyen bir kadına, Peygamber Efendimiz gülümseyerek: “Dualarının kabul edilmesini istiyorsan, duana biraz katran kat!” diye cevap verir.

Hz. Musa hastalanınca, “İlaçsız da Allah şifa verir” diyerek ilaç kullanmadı. Allah ise kendisine “İlaç kullanmazsan şifa ihsan etmem“ buyurdu. Bunun ardından Hz. Musa ilacı kullanınca iyileşti. Fakat bu durumu merak etti ve Cenab-ı Allah´a sebebini sordu. Cenab-ı Allah da “Tevekkül etmek için, benim âdetimi, hikmetimi değiştirmek mi istiyorsun? İlaçlara tesir veren kimdir? Elbette tesirleri yaratan benim“ buyurdu.

Aynı hakikatı Hz. Eyyub´da da görüyoruz. Şifa için dua eden Hz. Eyyub´ün duasını Allah kabul ediyor. Fakat yine de şifa için Allah kendisinden bir davranış/hareket/fiiliyat istiyor: “Kulumuz Eyyub’u da an. Bir zaman o, Rabbine şöyle nida etmişti: ´Meşakkat ve acı ile bana şeytan dokundu.´ (Biz ona): ´Ayağını yere vur! İşte sana yıkanılacak ve içilecek soğuk bir su´ dedik. Ve ona, bütün ailesini ve beraberlerinde bir mislini daha tarafımızdan bir rahmet olarak bahşettik ki, akıl sahipleri için bir ibret olsun.“ (Kur´an, 38:41-43). Halbuki Allah kendisine şifayı ayağıyla yere vurmadan ve su içmeden de verebilirdi.

Başka bir hadis´de Peygamberimiz “Allah her derdin dermanını yaratmıştır, öyleyse tedavi olunuz.“ buyuruyor. Tedavi olmak, doktora gitmek, ilaç kullanmak fiili bir duadır.

Dolayısıyla sözlerimizle yaptığımız dualara sebebler dairesine başvurarak fiili dualarımızı da eklememiz gerekir. Yani hem ilacımızı alırız, hem dua ederiz. Hem okul sınavı için çalışırız, hem de dua ederiz.

Yine diğer bir hadis´de Peygamber Efendimiz “Bir kimse tesirine inanarak Cenab-ı Hakk´ın isimlerini veya bu husustaki duaları bir dağa okusaydı, gerçekten dağ yok olurdu.“ buyuruyor. Vurgu yapmak istediğim kelimeler “tesirine inanarak“. Çünkü biz çoğu zaman gerçek manada inanmıyoruz. Hatta hadis´deki dağın yok olmasını düşünürsek, aklımıza hemen Allah´ın dağı nasıl yok edeceği gelir. Halbuki o bizim işimiz değil. Allah´a dağı yok etmesi için bir senaryo hazırlamamız gerekmiyor. O O´nun kudretindedir zaten. Bunu düşünerek aslında tesirine inanmadığımızı itiraf etmiş oluyoruz.

Çaresi olan sıkıntılaramıza tembellik etmemeliyiz, ümitsizliğe kapılmamalıyız. Bir çözümü, tedavisi varsa hareket etmemiz gerekir. Sünnetullah kanunları içerisinde, vesilelere sarılmamız ve çözmemiz gerekir. Cenab-ı Allah kimseye kaldıramayacağı yük vermemiş.

Çaresi olmayan bir meselede de sabırsızlaşmaya gerek yok. Telaşa girmeye, üzüntüye kapılmaya gerek yok. Durumu kabullenmemiz gerekiyor. Örneğin ölümü değiştiremeyiz, geçmişi de değiştiremeyiz. Bu nedenle bazı şeyleri kabullenmemiz gerekir devam yaşayabilmek için, yoksa hayatı kendi kendimize zehir ederiz.

Dr. Cemil Şahinöz, Öztürk Gazetesi, Mayıs 2022

Hinterlasse einen Kommentar

Eingeordnet unter Türkische Kolumne / Türkce Makaleler

(15.03.2022) Uçak korkusu

Uçak korkusu

Evinin üstünden uçaklar geçerken, Bediüzzaman derinden derine sevinçli bir halde “Ben bunlarla (uçaklarla) iftihar ediyorum. Benim nev’imin icadı olduğu için, sair kainat kardeşlerime karşı nevimin hesabına iftihar ediyorum“ der.

İnsan teknolojinin kölesi olunca, bağımlı olur, hayatını teknolojiye göre ayarlamaya başlar. Randevularını televizyondaki dizisine, telefonundaki oyunlara göre ayarlamaya başlar, önemli şeyleri ihmal eder, sorumluluklarını yerine getirmez. Fakat teknoloji nimeti insanın hizmetine verildiğinde, bereketlenir ve insana çok faydası olur.

Uçak da böyle bir nimettir. Fakat bu nimetin getirdiği özel bir psikolojik sorun da vardır: Uçak korkusu.

Literatürde Aviofobi olarak bilinen uçak korkusu aslında çok yaygındır. Kimisinde çok az bir şekilde bulunur ve bu şekilde bastırabilinir, kimisinde de korku kendisini belirli bir şekilde gösterir. Uçak korkusu, daha uçağa binmeden başlar ve insanı tedirgin eder. Fakat bir çok kişi, uçaktan korkmalarına rağmen, uçağa binerler ve uçuş süresince kendilerini rahatlatmaya çalışırlar.

Almanya´da yapılan bir araştırmaya göre toplumun %15´inde uçak korkusu var. Buna ilaveten %20´si ise uçakta kendisini huzursuz hissediyor.

Sayılara bakar isek uçak kazaları çok nadir gerçekleşiyor. 2014´de havalanan uçakların 0,0003% düşmüş, 2015´de 0,00028%, 2016´da 0,00021%, 2017´de 0,00024%, 2018´de 0,00026% ve 2019´da 0,00029%. Yani 2019´da 1 milyon uçaktan sadece 3 tanesi düşmüş.

Tabi korkan biri için bu sayılar pek birşey ifade etmiyor. Çünkü korkan kişinin aklında „Milyonda bir uçak düşse de, o düşen tek uçak, benim bindiğim uçak olabilir“ korkusu hakim oluyor.

Uçak korkusunun sebebleri farklı olabiliyor. Bazen genel bir yükseklik korkusu sebep olabilir. Panik atak olan kişiler de uçakda bulunmaktan rahatsız olabiliyorlar. Kapalı ortamlarda daralan insanlarda da uçak korkusu gelişebiliyor. Daha önce uçak ile kötü bir seyahat yapmış olanlarda ise uçak yolculuğu ile ilgili travmatik duygular oluşabiliyor.

Genel olarak ise vesvese hakim. Yani korkan kişi kafasında negatif bir senaryo çizer ve o senaryoya inanmaya başlar. Örneğin uçağın düşeceğini, arabada olduğu gibi direksiyonu ve kontrolü kendi elinde olmadığı için engelleyemeyeceğini düşünür. Dolayısıyla korkar ve endişe çeker.

Uçak korkusuyla bağlantılı en yaygın vesvese ise ölüm korkusuyla ilgili. „Uçak düşer, ölürüm“ vesvesesi bilinçaltında baskın hale gelir. Genç yaşlarda bu vesvese pek hissedilmese de, ilerleyen yaşlarda daha çok belirgin olmaya başlar. „Ölüme hazır değilim“, „Hesap veremem“, „Daha yapacaklarım çok“ düşüncesi bu korkuyu haliyle artırır.

Halbuki ölme ihtimali uçağa binince çoğalmıyor da azalmıyor da. İnsanın her an ölebilme ihtimali %50´dir. İster uçakta olsun ister evde rahat otururken olsun. Ölüm anımız bellidir zaten. Ne ileriye ne de geriye alabiliriz. Eğer uçak kazasıyla öleceksek, uçağa binmeyerek erteleyemeyiz. Bir şekilde o uçağa bineceğizdir. Eğer uçak kazasıyla ölmeyeceksek, uçağa bindik diye ölmeyiz. 

Dünyevi vesilelere baktığımızda uçak kazasıyla ölme ihtimali çok düşük, öyleyse vesvese yapmaya gerek yok. Uhrevi olarak olaya baktığımızda ise, her an ölebileceğimiz için ölüme ve hesaba hazırlıklı olmak gerekir. Hem uçakta hem uçağın dışında hazırlıklı olmak gerekir.

Dolayısıyla uçak fobisini yenebilmek için vesvese yerine, mantıklı düşünmek gerekir. Vesvese bir balon gibi, olmayan bir şeyi şişirir, mantık ise o balonu patlatır. Mantıklı bir şekilde uçağın güvenilir olduğunu ve varılan yerde neler yapılacağını düşünmek korkuyu hafifletir. Aynı şekilde rahatlatan bir eşyayı yanında bulundurmak da etkili oluyor. Hem uçak hakkında teknik bilgiler edinmek, hem de ölüm hakikatini iyi anlamak ile uçak korkusunu yenmek mümkündür. Sık sık uçuş tecrübesi yaşamak da, korkuyu yenmekte hızlandırıcı bir faktör olur.

Tabiki bunları yaparken bir uzmandan destek almak da mümkün. Korkunun şiddetine ve sebebine göre farklı tedaviler uygulanır. Örneğin simülasyon ile yapılan tedavi yöntemleri de mevcut.

Dr. Cemil Şahinöz, Öztürk Gazetesi, Mart 2022

Hinterlasse einen Kommentar

Eingeordnet unter Türkische Kolumne / Türkce Makaleler

(02.03.2022) Nesiller Çatışması

Nesiller Çatışması

„Günümüzün çocukları lüksü seviyor, kötü davranışları var, otoriteye baş kaldırıyorlar, yaşlılara saygıları yok, çalışmak yerine lak lak etmeyi seviyorlar. Çocuklar artık evlerinin hizmetçisi değil, tiranı. Anne babaları odaya girince ayağa kalkmıyorlar, onlara itiraz ediyorlar, destek olmak yerine laklak yapıyorlar, şapır şupur yiyorlar, bacak bacak üstüne atıyorlar, öğretmenlerine zulmediyorlar.“

Bu sözleri okuyunca belki „İşte tam bizim zamanımızı anlatıyor“ diye düşünmüş olabilirsiniz. Verilen örneklerin tam da şuanki zamanın gençlerine ve çocuklarına uyduğunu düşünüyorsunuzdur belki de. Halbuki bu sözlerin sahibi meşhur filozof Sokrat. Yaklaşık 2500 sene önce yaşamış olan Sokrat, kendi zamanının gençlerini ve çocuklarını tarif ediyor. Ne kadar tanıdık mı geldi?

Aslına bakılırsa bu tarzda bir düşünce insanlığın ilk günlerinden itibaren vardır. Her dönem yaşanan bir olgu. Her nesil, kendinden sonra gelen nesli bu şekilde değerlendirir. Ve her nesil bunun sadece kendi nesli için geçerli olduğunu zanneder.

Örneğin suçlamalar hep aynıdır. Yaşca daha büyük olan nesil, genç nesli Sokrat´ın yukarıda yaptığı gibi eleştirir. Sadece cümleler biraz değişir. „Biz babamızın yanında bunları yapamazdık“ gibi cümleler eklenir. Genç nesil de yaşlı nesli aynı şekilde suçlar ve „Bizi anlamıyorlar, sizin zamanınız geçti“ tarzında cümleler kurar. İşte bu bakış açısı, nesillerin oluştuğu günlerden itibaren var, dolayısıyla yeni bir olgu değildir.

Aynı şekilde nostaljik düşünceler de yeni değildir. Her nesil „Bizim zamanımız ne güzeldi. Herşey daha güzeldi. Arkadaşlarımızla buluşduğumuzda neler yapıyorduk. Ah nerede o eski günler, o eski bayramlar“ sözlerini sarf eder. Bu her nesil için geçerlidir. Çünkü nostaljik düşünce genelde insanı çocukluk ve gençlik zamanına geri götürür. Çocukluk ve gençlik yaşlarında sorumluluk daha az olduğu için, genelde o zamanın güzel anları bilinçaltında canlanır ve insan o zamanı özler: „Bizim çocukluğumuzda ne güzel çizgi filimler vardı. Bizim gençliğimizde ne filimler vardı. Bizim zamanımızda bayramlar tam anlamıyla bayramdı.“

Eski zamanları aslında güzel yapan, kişinin kendisinin o günlerde güzel bir zamanda olmasıdır. Bundan dolayı gelecek nesil de yaşlandığında kendi zamanı için aynısını düşünür ve bu hep böyle devam gider. Yani bugün çocuklarına ve gençlerine „Bizim zamanımızda herşey daha güzeldi“ diyen neslin çocukları ve gençleri de büyüdüklerinde çocuklarına ve gençlerine „Bizim zamanımızda herşey daha güzeldi“ diyecektir.

Rus edebiyatçı İvan Turgenyev, 1862´de kaleme aldığı “Babalar ve Oğullar“ (orijinalinde “Babalar ve Çocuklar“) adlı romanında bu meseleyi ele alır ve romanda şöyle bir cümle geçer: „İyi de o ilk anların güzelliği neden sonsuza kadar sürmüyor, neden sonsuz bir ömürleri olmuyor?“

Nesil çatışmasına götüren bu ve bunun gibi düşüncelerin oluşması gayet normaldir, yadırganacak bir durum da değildir. İnsanın kendisi değiştiği gibi, toplum da değişiyor. Yaşanan şartlar ve koşullar da değişiyor. Teknoloji iyi veya kötü ilerliyor.  


Olaya sosyolojik olarak baktığımızda, değişen nesiller değil. Nesillerin birbirlerine bakış açıları da değişmiyor. Değişen, toplumsal şartlar, kullanılan metotlar ve araçlar. Bundan dolayı, sanki ilk defa bir nesil diğer nesil ile çatışma halindeymiş gibi gözüküyor.

Bu değişimler sebebiyle kuşaklar hem lafzen hem de anlam olarak birbirlerinin dillerini anlamamaya başlarlar. Anlaşılmayınca da, doğal olarak bir çatışma meydana gelir. Bu anlaşılmamazlıktan dolayı da çatışma genelde gençlerin „Yaşlılar bizi hiç anlamıyorlar“ veya yetişkinlerin „Sen de anne-baba olduğunda anlarsın. Ah, ah, ben gençken…“ cümleleriyle sona erer ve herkes kendi yoluna devam eder.

Dr. Cemil Şahinöz, Referans Dergisi, Mart-Nisan 2022

Hinterlasse einen Kommentar

Eingeordnet unter Türkische Kolumne / Türkce Makaleler

(18.02.2022) İskandinavya ülkeleri ve Bediüzzaman

İskandinavya ülkeleri ve Bediüzzaman

Danimarka, Finlandiya, İsveç, Norveç ve İzlanda olarak tabir edilen İskandinavya ülkeleriyle ilgili Bediüzzaman Said Nursi bazı tespitlerde bulunuyor.

Örnegin 13. Söz´de ve Sikke-i Tasdik-i Gaybi´de „Elbette nev-i beşer bütün bütün aklını kaybetmezse, maddî veya manevî bir kıyamet başlarına kopmazsa; İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere’nin Kur’an’ı kabul etmeye çalışan meşhur hatipleri ve Amerika’nın din-i hakkı arayan ehemmiyetli cemiyeti gibi rûy-i zeminin geniş kıtaları ve büyük hükûmetleri Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ı arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh u canlarıyla sarılacaklar.“ ifadelerini kullanıyor.

Yine Emirdağ Lahikasında bir mektubunda İskandinavya ülkelerinden bahsediyor: „Aziz, sıddık kardeşlerim; Şimalin İsveç, Norveç, Finlandiya, Kur’ân’ı mekteplerinde en büyük halâskâr bir kitap olarak kabul ettikleri gibi, şimdi erkân-ı İslâmiyenin birincisi olan Ramazan sıyamını tutmak niyetiyle Câmiü’l-Ezhere “Şimalin pek uzun günlerinde bir çare-i tahfifi ve tehiri yok mu?” diye sormuşlar. Demek Avrupanın yalnız o küçük hükûmetleri değil, belki siyaset mânâsı verilmemek için kendini izhar etmeyen, eskide büyük ve dünyanın yüksek mevkiini tutmakla beraber, gayet dehşetli bir tarzda dünyanın fena ve fâniliğini dehşetli tokatla o yüksek mertebelerin hiçe indiğini görmekle hakikî teselli, yalnız ve ancak hakaik-i Kur’âniyede bulmasıyla, o küçüklerle mânen beraber tahmin edilebilir.“

Bediüzzaman´ın İskandinavya ülkerini neden bu şekilde metettiği, bazen Avrupa medreselerinde de konu oluyor. Bediüzzaman net olarak sebepler saymadığı için, sebebiyle ilgili ancak tahmin yapılabiliyor.

Bu bağlamda İskandinavyalı insanları ve toplumunu diğer Avrupalı insanlarla ve toplumlarla karşılaştırdığımızda, İskandinavyalı insanların daha mütevazi, sakin, mülayim, cana yakın, daha yardımsever olduğu tespit ediliyor. Yani Kur´an ve hadislerde zikredilen müslümanların sıfatları sanki bu insanlarda, diğer Avrupalılardan daha ziyade bulunuyor gibi. Belki bu manada İslam´a daha yakınlar.

Ayrıca dünya genelinde İslam İndex adıyla yapılan bir araştırma var. Bu araştırma İslami değerlerin hangi ülkelerde yaşandığını tespit etmeye çalışıyor. Araştırmanın metodunda ciddi sıkıntılar olsa da, İskandinav ülkeler hep zirvede yer alıyor. Bu da aslında Bediüzzaman´ın yukarıdaki sözlerini tasdiklemiş oluyor.

Dr. Cemil Şahinöz

Hinterlasse einen Kommentar

Eingeordnet unter Türkische Kolumne / Türkce Makaleler

(25.01.2022) Tenkit etmek veya etmemek

Tenkit etmek veya etmemek

İslam alimleri kardeşliği ve sevgiyi önerdikleri kadar da birbirine kızmayı ve tenkit etmekten uzak durmayı tavsiye ederler.

Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i Nur´larin bir çok yerinde tenkit konusunu işliyor. Örneğin: “Bu hizmet-i Kur’âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek“ (21. Lem´a), “Sakın birbirinizden gücenmeyiniz ve tenkit etmeyiniz.“ (Kastamonu Lâhikası), “Sakın birbirinize tenkit kapısını açmayınız.“ (Barla Lâhikası), “Benim hatırım için birbirini tenkit etmemek lazım geliyor.” (Emirdağ Lâhikası), “Nefis ve şeytan, sizi kardeşinize karşı itiraza ve haklı olarak tenkide sevk ettiği vakit, […] nefsinizi susturunuz. Medar-ı niza bir mesele varsa, meşveret ediniz. Çok sıkı tutmayınız. Herkes bir meşrebde olamaz.” (Kastamonu Lahikası), “Birbirinizi tenkit ettirmeye meydan vermeyiniz.” (Kastamonu Lahikası), “Nur şakirdleri birbirlerini tenkid etmemek ve itiraz etmemek, kusuru varsa da lütufkâr bir tarzda hatıra getirmek ve mümkün olduğu kadar birbirine tam tesanüd ve ittifak ve kusura bakmamak. Değil evhamla, şübhelerle ittiham etmek, belki gözü ile de kabahatını görse ve kendine karşı da adavetini bulsa, yine onun aleyhine itiraz etmemek, yalnız bir nev’i meşveretle birbirini kusurdan muhafazaya çalışmak gerektir. […] Tam tesanüd ve kardeşlerini tenkid etmemek, kuvve-i maneviyelerini kırmamak ve hiçbir vecihle rekabet etmemek ve kusuru varsa örtmektir.“ (Emirdağ Lâhikası).

Baktığımız zaman, tenkit aslında hayatın her alanında mevcut. Çocuk eğitiminde, aile içi iletişimde, sosyal hayatta, iş dünyasında, öğretmen-öğrenci ilişkisinde tenkit güncel hayatta yer alıyor.

Bediüzzaman hiç bir konuda genelleme yapmıyor. Örneğin Avrupa´dan bahsederken iki Avrupa´dan bahsediyor. Biri insanın hevesine hitap eden Avrupa, diğeri hakikati arayan Avrupa. Felsefeyi de Bediüzzaman ikiye ayırıyor. Vahiy ile hikmet arayışına giren felsefe ve vahiysiz anlam oluşturmaya çalışan kör felsefe. Milliyetçiliği de müsbet ve menfi olarak ayırıyor. Menfi milliyetçilik ırkçılık, müsbet milliyetçilik ise kendisini üstün görmeden vatanseverlik. Hatta, genelde menfi anlaşılan ihtilafı bile, müsbet ve menfi ihtilafa ayırıyor. “Ümmetimin ihtilâfı rahmettir” hadisini müsbet ihtilaf olarak değerlendiriyor.

Dolayısıyla tenkiti de müsbet ve menfi olarak ayırmak gerekir. Tenkit denildiği zaman akla genelde menfi manada bir tenkit geliyor. Halbuki tenkidi müsbet anlamda da yapmak mümkün. Örneğin birisine yapıcı, motive edici bir eleştiyi, müsbet tenkit olarak anlamak mümkün.

Zaten yukarıda paylaştığımız parçalarda Bediüzzaman „Medar-ı niza bir mesele varsa, meşveret ediniz” ve „Yalnız bir nev’i meşveretle birbirini kusurdan muhafazaya çalışmak gerektir“ ifadelerini kullanıyor. Yani istişarede elbette bazı şeylerin kötü niyet olmadan dile getirilmesi gerekir, hem muhafaza için hem de yapılan hizmetlerin daha verimli olması için.

Birini eleştirmek veya kızmak kolaydır. Yapıcı eleştiri yapmak zordur. Çünkü ikincisine fikir gerekiyor, düşünmek gerekiyor. Birincisinde sadece “Neden yapmadın?“ sorusu vardır, yani merkezde problem vardır. İkincisinin merkezinde sorun çözmek vardır. Etkili olan da budur zaten. Bir hatanın sonucunda yıkmak yerine anlamayı ve yapıcı olmayı tercih etmek gerekir.


Elbette hiç bir şekilde tenkit etmemek de mümkündür. Fakat bunu bir ideal olarak görmek gerekir. Tabir-i caizse hiç tenkit etmemek takva olabilir, fakat müsbet tenkit de fetva olabilir. Bu sebeple tenkitten ve tenkit edilmekten korkmamak, çekinmemek gerekir. Yapılan tenkiti şahsi olarak algılamamak gerekir. Tenkit şahsa yönelik değil, belli bir konuyla ilgili olursa, daha isabetli olur ve yıkıcı olmaz.

Eleştiri yaparken de adaletli ve ölçülü olmak gerekir. Yoksa hakarete dönüşürse gereksiz bir inatlaşma ve gurur araya girer. Bu hakikati Hz. Ali “Aşırı kınama, inatçılık ateşini körükler.“ diyerek dile getirir.

Bir insana kızmadan önce düşünmek gerekir. Kızmaya sebeb olan hadiselerde birçok faktör var: 1. Kader 2. Nefis ve Şeytan 3. Kendi suçumuz 4. Geriye kalan küçük bir hisse. Yani bir insanı yanlışa sürükleyen bu dört faktörün rolü var. Bunları göz önünde bulundurursak kızmak yerine çözüm odaklı düşünmeye başlarız.

Her konuda olduğu gibi, bu konuda da örnek olarak Peygamberimizi (sav) alabilir. Mesela Uhud´da yaşananları bakabiliriz. Peygamberimizin emrine uymadıkları ve uymadıkları için savaş kaybedildiği halde Hz. Muhammed (sav) okçuları tenkit etmiyor. Onları azarlamıyor, onlara karşı nefret duymuyor ve kin beslemiyor.

Peygamberimizin yanında yetişen Hz. Enes anlatıyor: “Allah Rasulü´ne 9-10 yıl hizmet ettim. Bir kere bana ´Öf!´ demedi. Yaptığım bir iş hakkında hiçbir zaman ´Niçin böyle yaptın?´, yapmadığım iş hakkında ise ´Şöyle yapsaydın ya!´ ya da ´Beceremedin, ne kötü yaptın!´ dediğini duymadım. On yıl boyunca bir kere zorlanacağım bir iş vermedi. Bir işi beceremeyip zayi ettiğimde bana kızmadı, beni kınamadı. Hatta ailesinden biri bir konuda beni kınamak istediğinde onları engelleyerek: ´Onu bırakın! Eğer öyle yapması takdir edilseydi mutlak yapardı´ buyururdu.“

Yine Hz. Enes´den bir örnek verelim. Hz. Muhammed (sav) kendisini bir iş için bir yere gönderir. Ancak Hz. Enes görevi yerine getirmek için dışarı çıktığında oyuna dalıyor ve arkadaşlarıyla oynuyor. Peygamber Efendimiz dışarı çıktığında Hz. Enes´i görür, arkasından yaklaşır ve tebessüm ederek, gönderdiği yere gidip gitmediğini sorar. Hz. Enes de “Evet, gidiyorum“ diye yanıt verir.

Dr. Cemil Sahinöz

Hinterlasse einen Kommentar

Eingeordnet unter Türkische Kolumne / Türkce Makaleler

(27.12.2021) Yeni yıl, yeni hedefler

Yeni yıl, yeni hedefler

Her yeni yıl başlangıcında insanlar kendilerine yeni hedefler koyarlar. Daha önce yapmadıkları veya yapamadıklarını yeni yılda yapacaklarını vaad ederler. Yada pişman oldukları birşeyi yeni yılda düzelteceklerini hedeflerler. En tanınmış ve vazgeçilmez „yeni yıl hedefi“ ise sigarayı bırakmaktır.

Halbuki „yeni yıl“ dediğimiz olay, dünya küresinin güneş etrafında dönmesidir. Bu dönmenin süreci 365 gündür. Bir kere komple etrafında döndüğünde, matematik hesabımıza göre yeni bir yıl başlar.


Yani olaya felsefi olarak baktığımızda, yeni bir yıl ile hiç bir şey değişmiyor. Sadece insan kendisine yeni hedefler koyuyor, o hedeflere ulaşabilmek için de motivasyon kaynağı olarak bir başlangıç noktası seçiyor: Yeni Yıl.

Hz. Adem´den itibaren değişmeyen hakikatlara baktığımızda ise, şunu tespit edebiliriz: İnsan doğuyor, imtihan ediliyor ve vefat ediyor. Ölüm hakikatı hiç bir şekilde değişmiyor. Her insanın değişmez biyografisi budur: Doğdum, yaşadım, öldüm.

Ve bu doğum ve ölüm arasındaki kısa süreçte insanlar dünya hayatını şekillendirmeye çalışıyorlar. Ebedi alem ile kıyasladığımızda dünya hayatı bir yok hükmünde kadar kısa. Kur´an (23:112-114) bu hakikatı dile getirilir: „Allah, ´Yeryüzünde kaç yıl kaldınız?´ diye sorar. ´Bir gün veya günün bir bölümü kadar kaldık; işte, saymakla görevli olanlara sor´ derler. Allah buyurur: ´Pek kısa bir süre kaldınız; keşke bunu (dünyada iken) bilmiş olsaydınız!´“

Ama bu süreç dünyada insana çok uzun gelir. Hiç ölmeyecek zanneder kendisini. Dolayısıyla ebedi alemi dünya hayatına değişir. Burada biriktirir, maddiyata ve makamlara bağımlılıklarını çoğaltır, sıkıntı olunca da bunun da hiç bitmeyeceğini düşündüğü için depresyona girer. Halbuki dünyada iyi anlar da, kötü anlar da hep geçicidir. İnsan, dünyanın tüm güzelliklerinin ahirete nispeten bir zindan hükmünde olduğunu unutuverir. „(Oysa onların tek gerçek kabul ettikleri) bu dünya hayatı hakikatte sadece bir oyun ve eğlenceden (oyalanmaktan) ibarettir; âhiret yurduna gelince işte asıl hayat odur; keşke bunu bilselerdi!“ (Kur´an, 29:64).

Dolayısıyla yeni yılda değişen bir şey yok. Doğum ve ölüm arasındaki kısa süreçte insan oyalanmaktan bazı şeyleri değiştirdiğini zannediyor sadece. Halbuki olan herşey daha önce de olmuş bir şeydir. Sosyolojinin kurucusu İbn-i Haldun´un dediği gibi „Dünya tekerrürden ibarettir.“ Mehmet Akif de ekler: “Tarihi tekerrür diye tarif ediyorlar. hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?“

Bunun en güzel örneği siyaset. 10 sene önce veya geçen sene veya 2-3 ay önce delicesine, kavga ederek, belki kapı kapı dolaşarak yaptığınız siyasi kavgalar ve tartışmalar neyi netice verdi? Veya o tartışmalar esnasında kırdığınız gönüller ve kalpler; ailenizden, dostlarınızdan feda ettiğiniz vakitler siyasi tartışmalara deydi mi? Çünkü sizin 10 sene, geçen sene, 2-3 ay önce yaptığınız ve „dünyanın en önemli meselesidir“ dediğiniz siyasi tartışmaların bugün hiç bir anlamı kalmıyor. Hatta bazen öyle oluyor ki, dünyanın en önemli meselesiymiş gibi tartışılan bir konu, bir hafta sonra kimseyi ilgilendirmiyor bile. O konu kapanmış ve önemsiz oluyor, fakat o arada yaptığınız kavgalar öyle kolay kapanmıyor. Siyaseti meslek olarak yapanları bu sözlerimin dışında tutuyorum.

Dolayısıyla insan kendisinde birşey değiştirmek istemediği sürece, ister yeni yıl olsun, ister yeni yüzyıl olsun, fazla birşey değişmiyor. Önce insan kendisinden başladığı zaman, yani en dar daireden başladığı zaman, gerçek manada birşey değişebiliyor. Bunun için ise öncelikle farkındalık gerekiyor, bazen kabullenmek gerekiyor ve en önemlisi bakış açısını değiştirebilmek gerekiyor. Eğer bunları başarabiliyorsak, yeni yılları beklememize de gerek yok, hemen o andan itibaren yeni hedefler koyabiliriz.

Dr. Cemil Şahinöz, Öztürk, Ocak 2022

Hinterlasse einen Kommentar

Eingeordnet unter Türkische Kolumne / Türkce Makaleler

(02.11.2021) Kabiliyetler farklı – Fıtrata uygun hareket etmek

Kabiliyetler farklı – Fıtrata uygun hareket etmek



Cenab-ı Allah herkese farklı yetenekler ve kabiliyetler vermiş. O kabiliyetlere göre sosyal hayatımız şekillenir. Herkesin mutlaka bir kabiliyeti vardır. O kabiliyetimizi keşfetmemiz gerekiyor.

Kabiliyetlerin ve potansiyellerin gelişmesi ise ortama bağlıdır. Örneğin bir tohumun gelişmesi için su ve ısı gerekir. Tohumun kendisinde gelişmesi için gerekli olan kapasite olsa da, su ve ısı olmadan geleşimez.

Dolayısıyla kabiliyeti olan kişilere gereken ortam ve şartları da sunmak gerekir. Bu nedenle yeteneklerimizin ve kabiliyetlerimizin çocuk yaşlarında velilerimiz tarafından keşfedilmesi ve teşvik edilmesi en ideal şekildir.

Aynı şekilde bir insanın kendi kapasitesinin sınırlarını bilmesi de önemli. Neyi yapabileceğini, neyi yapamayacağını, neyi yaptığı zaman başarılı olacağını, neyi yapmaya çalıştığı zaman altında ezileceğini bilmesi gerekir. Bu ise, ancak kendini iyi tanımakla olur.

Peygamber Efendimiz “Her çocuk fıtrat üzerine doğar“ diye buyuruyor. Kur´an-ı Kerim´de “(Resûlüm!) Sen yüzünü hanif olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allah’ın yaratışında değişme yoktur.“ (Kur´an, 30:30) ayetinde fıtratın varlığına vurgu yapılıyor.

İnsanın fıtratı değişmez. Fıtrat, mizaç ve huy dediklerimiz doğuştan Cenab-ı Allah tarafından her insana farklı verilmiştir. Dolayısıyla doğuştan olduğu için değişmesi de mümkün değildir. Bu hakikat atasözlerimize de yansımış: “Can çıkmayınca (çıkmadan) huy çıkmaz“ ve “Huylu huyundan vazgeçmez“. Bunu Peygamber Efendimiz de ifade eder: “Bir dağın yerinden ayrıldığını işitirseniz tasdik edin. Ama bir kişi huyunu değiştirmiştir derlerse tasdik etmeyin. Çünkü insanın yaratılışındaki huy devam eder.“ Örneğin çekingenlik fıtratınızda var ise ve bunu psikoterapilerle değiştirmeye çalışırsanız kimlik krizine girersiniz. Kişilik bozuklukları meydana gelebilir. Fakat çekingenlik fıtratınızdan değil de, bazı sebeplerden ve tecrübelerden dolayı sonradan kazanılmış ise değiştirmek mümkündür. Sonradan, eğitim ve tecrübe ile kazandıklarımıza karakter ve kişilik deriz. Bunlar değişebilir, bazıları çok kolay, bazıları çok zor. Peygamber Efendimiz de “Ahlakınızı güzelleştiriniz“ der.

Birçok fıtrata aykırı motivasyon ve nlp seminerlerinde bu hususlara dikkat edilmez. Her insan aynıymış gibi davranılır. Örneğin yukarıda bahsettiğimiz çekingenlik negatif olarak algılanır ve çok pahalı ve gereksiz seminerlerle yok etmeye çalışılır. “Haydi bağır, içindekini at. Haydi sen de yaparsın, bak, o da yapmış. Mutluluk başarılı olmakta. Başarılı olmak için içinden çıkman gerekiyor. Satıcıysan daha çok satman gerekiyor. Sat, sat, sat.” gibi düşünceler fıtratına uygun olmayan kişilere empoze etmeye çalışıldığında ters tepki yapar. Çünkü fıtrat, fıtri olmayan şeyi reddeder, atar. Kişi olmadığı bir kişi olmaya başlarsa, kimlik sorunları meydana gelir. Halbuki başarılı olmak kişiliğini değiştirmek, başkalarıyla kıyas veya başkalarının koyduğu hedeflere ulaşmakla olmaz. İnsan, kendi koyduğu hedeflerine, kendisi olarak ulaştığı zaman başarılı ve mutlu olur. Bunun için ise fıtratını değiştirmesine gerek yok.

İnsanların fıtratları farklı olduğu için, yaklaşımlarımız da farklı olmalı. Her insana aynı şekilde davranamayacağımızı, her insana aynı şakaları yapamayacağımızı günlük hayatımızda ve sosyal ilişkilerimizde zaten fark ederiz. Aynı şekilde psikoterapilerde de herkese aynı şekilde uygulanan bir terapi yoktur. Aynı rahatsızlığı hisseden farklı kişilere fıtratlarına uygun farklı terapiler uygulanır.

Bu hakikatten dolayı kişisel gelişim kitaplarının çoğunun okuyuculara bir faydası olmuyor. Genelde bir kişisel gelişim kitabı okuyan birisi, bir kaç ay sonra başka bir kişisel gelişim kitabı daha okuma ihtiyacı duyuyor. Çünkü bu tarz kitaplarda tavsiye edilenler genelde çok şahsi ve özel şeyler. Yani kitabı yazan kişi kendi hayatında yaşadığı, tutunduğu, başarı metodunu tarif ediyor. Fakat bu metot, başkasının fıtratına uymuyorsa netice vermez, çünkü bu metotlar bir geneli ifade etmiyor.

Bu hususu insanlara görev, vazife veya sorumluluk verirken de dikkat etmek gerekir. Kur´an´da da buna bir atıf var: “Herkes kendi yapısına uygun işler görür.“ (Kur´an, 17:84). Ata et, arslana ot verilmez; arslana et, ata ot verilir.

Peygamber Efendimiz de insanların fıtratına ve ihtiyaçlarına göre cevap verirmiş. Kendisine sorulan aynı sorulara farklı cevaplar vermiştir. Muhatabın şartlarına, fıtratına, durumuna göre cevap verirmiş. Ayrıca kimseye yapamayacağı bir işi vermemiştir. Hz. Enes, “On yıl boyunca bir kere zorlanacağım bir iş vermedi.“ diye anlatıyor Peygamberimizi. Peygamberimiz de bu konuya dikkat çekiyor: “Çocuklarınızdan, yapabilecekleri bir işi bekleyin, güç yetiremeyecekleri şeyi onlardan istemeyin, onları günah işlemeye mecbur etmeyin.”

Bir insanın fıtratı değişemeyeceğine göre, değiştirilmesi istenilen davranış şeklini farklı bir biçimde kullanmak lazım. Örneğin bir insan inatcıysa, inadı günah işlememekte kullanabilir. Bir insan celalliyse, Hz. Ömer müslüman olduktan sonra celalilini sadece zalimlere karşı kullandığı gibi kullanabilir. Yani davranışımızın yönüne değiştirebiliriz.

İnsan´ın kemale erme yolculuğunda küçük adımlar önemli. Yoksa bir insan kendisinde birden bire büyük değişiklikler yapmaya çalışırsa, bu ters teper ve kalıcı olmaz. Bu davranışlarımız için de geçerli. Davranışlarımızı da yavaş yavaş degiştirmeye çalışmamız gerekiyor.

Peygamberimizin dile getirdiği başka bir hakikati de unutmamak gerekir: “Her çocuk İslam fıtratı üzere doğar.“ Burada en az iki hakikat gizli. Birincisi, ergenlik çağına ermemiş tüm çocuklar müslümandır. İsimleri ne olursa olsun, din kardeşlerimizdir. İkincisi, herkesin fitratında İslam´ın verdiği ahlak anlayışı ve hatta iman esasları (örneğin Allah ve ahiret inancı) mevcut. İlerleyen yaşlarda anne-babanın eğitimi sonucunda bu anlayışlar degişse de, temelde vardır. Dolayısıyla her insana bu bakış açısıyla yaklaşmak gerekir.

Dr. Cemil Şahinöz, Öztürk Gazetesi, 02.11.2021

Hinterlasse einen Kommentar

Eingeordnet unter Türkische Kolumne / Türkce Makaleler

(14.10.2021) Göçün 60. Yılı

çün 60. Yılı

Yıl 1961. Türkiye´nin her hangi bir şehrinde veya bir köyünde yaşıyorsunuz. Aileniz ile bir akşam toplanmış, hayatınızın belki en önemli kararını vereceksiniz. „Gideyim mi? Gitmeyeyim mi? Kalayım mı? Kalmayayım mı?“ gibi sorular kafanızda haftalardır, belki aylardır dönüyor.

Kalsanız, iş güç yok. Eve ekmek getiremiyorsunuz. Gitseniz, eşinizi, çocuklarınızı, tüm sevdiklerinizi geride bırakacaksınız. Belki iki sene sonra, belki daha uzun bir zamandan sonra geri döneceksiniz. Halbuki daha yeni okula başlamış olan çocuğunuzun size ihtiyacı var. Belki bir kaç ay sonra doğacak olan çocuğunuzu aylar, seneler sonra ilk defa göreceksiniz. Ya da henüz yeni doğmuş olan çocuğunuz iki sene baba hasreti çekecek. Eğer yeni evlendiyseniz, gurbete giderek, sevdiğinize daha yeni kavuşmuşken tekrar ayrı kalmanız gerekecek. Zor bir karar.

Almanya ve Türkiye 1961´de işci anlaşması imzalıyor. Bu anlaşma sayesinde onbinlerce insan Türkiye´den Almanya´ya geliyor. Sirkeci tren garında hergün yüzlerce insan toplanıyor. Ailenizi, sevdiklerinizi geride bırakıp, elinizde bir bavul ile “gurbet“ kelimesini yaşamaya gidiyorsunuz. Artık “gurbetçi“ olacaksınız.

“Gurbetçilerimiz“ bu şekilde 1961´den itibaren Sirkeci tren garından Münih´in meşhur 11. Peronuna yolculuk ediyorlar. Kimisi iki sene sonra dönmeyi, kimisi traktör parası kazanıp geri dönmeyi planlıyor. Fakat bugün biliyoruz ki, geri dönüşü sadece çok az sayıda insan gerçekleştirdi. Çoğunluk ise “misafir“ olarak gittiği yerde, kalıcı olarak yaşamaya başladı.

Misafir ile yabancının farkı

Sosyolog Georg Simmel “Misafir“ ve “Yabancının“ farkını anlatırken: „Misafir bugün gelir, yarın gider. Yabancı bugün gelir, yarın kalır” der. Çünkü misafirin özelliği gittiği yerde kısa durmaktır. Gelir ve yine gider. Yabancı ise, gidemez, kalıcıdır ve kalır. 60 sene önce Türkiye´den ilk işciler Almanya´ya geldiklerinde “misafir” olarak geldiklerini zannediyorlardı. Yani bir kaç sene Almanya´da çalışıp, traktör parası kazanıp, Mercedes markalı araba, alman çikolatalarıyla dolu olan bir torba ve bir radyo ve televizyon alıp, vatanlarına geri döneceklerini hayal ediyorlardı. Ama dönemediler. Almanya´nın cazibesi “misafirleri” yabancı, yani gurbetçi yaptı.

Halen “bir gün döneceğim” hayaliyle yaşayanlar olsa da, yaklaşık 60 senedir Almanya´da, alman toplumunda insanlarımız varlıklarını sürdürüyorlar. İnişleriyle, çıkışlarıyla, iyi ve kötü anlarıyla geçen koca bir 60 sene. Kimisi vefat edince memleketine tabut içinde geri dönüyor. Kimisi yaşadığı ülkenin müslüman mezarlığına gömülüyor.

Alamancı mı Yabancı mı?

90´li senelerin öğrencileri hatırlar. Alman okulunda yabancıydınız, Türkiye´de ise alamancı. Ne oraya, ne buraya aittiniz. Ne onlar sizi anlıyordu, ne bunlar. İki dil, iki kültür arasında sıkışıp kalmış bir nesil yetişiyordu.

60 senelik bu gurbetçi tarihinde, vatandaşlarımız çeşitli sorun ve sıkıntılar yaşadılar. Kendi başlarına kalan gurbetçilerimiz, kendi sosyolojilerini, kendi anlayış ve değerlerini ürettiler. Asimile olmamak için çaba verdiler. Din, örf, dil ve adetlerini muhafaza edebilmek için gayret gösterdiler. Aynı zamanda yaşadıkları ülkeye ayak uydurabilmek için, uyum sağlamaya ve entegre olmaya çalıştılar.

Öztürk Gazetemiz bu koca 60 seneyi arşivleriyle, resimleriyle, hikayeleriyle sayfalara taşıyor. Gazetenin arşivinde öyle anılar var ki, hepsi kayda değer. Hiç biri unutulmayı hak etmiyor. Unutmamak, unutulmamak için, o önden gidenlerimizi saygıyla ve rahmetle anıyoruz.

Dr. Cemil Şahinöz, Öztürk, Ekim 2021

Hinterlasse einen Kommentar

Eingeordnet unter Türkische Kolumne / Türkce Makaleler

(18.08.2021) Hiç bir ölüm ani değildir

Hiç bir ölüm ani değildir

Ölümü aklımıza getirdiğimizde, genelde yaşlanmış, hasta veya yatalak birini aklımıza getiririz. İlerlemiş yaşıyla, hasta yatağında vefat edeni “normal“ ve beklendik bir ölüm olarak değerlendiririz bilinçaltımızda.

Bunun dışındaki ölümleri ise “anormal“, beklenmedik veya ani olarak görürüz. Örneğin „Çok sağlıklıydı, birden öldü“, „Daha çok gençti“, „Birden hastalandı ve vefat etti“ deriz.

Halbuki ölüm gerçeğine hakikat penceresinden baktığımızda hiç bir ölümün beklenmedik, ani veya sürpriz olmadığını görürüz.

Dolayısıyla her ölüm, beklendik bir ölümdür, çünkü her doğan ölecektir, her nefes ölümü tadacaktır. Hatta hayatta tek garanti olan, %100 gerçekleşecek olan, ölümdür.

Fakat insan gaflet haliyle bu gerçeği içine sindirmek istemediği için, dünya aşkıyla kapatmaya, kendisini uyuşturmaya çalışır.

İster genç olsun, ister yaşlı, ister sağlıklı, ister hasta, Allah´ın verdiği sınav süresi bittiği zaman, ölüm bir şekilde çatıp gelir. Bazılarını yaşlı ve yatalak olarak, bazılarını gençken bir araba kazasıyla veya kalp kriziyle yakalar.

Fakat ölüm şekli nasıl olursa olsun, bu sadece bir sebeptir, bir aracıdır. İnsan bir şekilde ölecektir ve sebepler dairesinde Cenab-ı Allah bunun için farklı sebepler yaratır. Yani ölüm vakti gelince, ölüm gerçeklesmesi için bir sebep, bir perde, ortaya çıkar. Sebebe takılmamak gerekir. „Bu sebepte nereden geldi?“ deyip, ölümü ani zannetmemek gerekir.

Hinterlasse einen Kommentar

Eingeordnet unter Türkische Kolumne / Türkce Makaleler

(22.07.2021) Bereket Sistemi

Bereket Sistemi

Herşeyi matematik ile hesaplamak mümkün değildir. Matematik mantığına göre iki kere iki her zaman dörttür. Fakat hayat bu mantık ile işlemiyor. Hayatta, iki kere iki bazen dört eder, bazen altı, bazen de eksi beş.

Bu hesap sadaka ve zekat için de gecerlidir. Normalde sadaka veya zekat verince, matematiksel olarak bir şey eksilmesi gerekir. Örneğin 100€´nuz var ise, 10€ sadaka verdiğinizde, geriye 90€ kalması gerekiyor. Fakat görüyoruz ki, sadaka veya zekat verildiğinde 100€ eksilmiyor, çoğalıyor. Cenab-ı Allah vesileleri yaratıyor, bereket nasip ediyor ve hiç beklemediğiniz bir şekilde sizden eksiltmiyor, çoğaltıyor.

Zaten „zekat“ lugat manasıyla hem „temizlemek“ demek, hem de „çoğalmak“ manasına geliyor. Yani zekat vererek, hem malınızı, başkalarının hakkı olandan arındırarak, temizliyorsunuz, hem de birşekilde çoğaltıyorsunuz.

Kapitalist sistem, mal ve mülkün faizle çoğalacağını vaad ederek. paylaştıkça bunların azalacağını söyler.

Halbuki kainatta bir bereket sistemi görüyoruz. Bu sisteme göre paylaştıkça çoğaltan, matematiğin aksine eksildikçe çoğaltan bir mekanizmanın işlediğini görmek mümkün.

Buna örnek olarak Hz. Ebu Bekir´i verebiliriz. Hayatında defalarca iflas eden, her iflastan sonra da zenginlik yaşayan Hz. Ebu Bekir, verdikçe vermiş, verdikçe çoğaltmış, çoğaldıkça da yine vermiş. Hz. Ömer dahi „hayırda yarış edin“ kaidesince kendisiyle yarışa girmiş ama Hz. Ebu Bekir´i geçememiş.

Bu hakikati müslüman olmayan uzmanlar dahi kabul ediyorlar. Örneğin ekonomi uzmanı olan Bodo Schäfer, zengin olmak için bağış yapılması gerektiğini söylüyor. Hatta maaşın %10´u bağış yapıldığında, malın çoğalacağını iddia ediyor – ki Cenab-ı Allah´ın sistemi adaleti gereği her insan için geçerli.

Dolayısıyla müslümanlar olarak asosyal paylaşım sitelerinde yediğimiz yemeklerin resimlerini paylaşmak yerine, Medine´deki ensarlar gibi hakikaten yemeğimizi, malımızı, varlığımızı paylaşmamız gerekir ki, kainattaki işleyen o bereket sisteminden faydalanabilelim ve hem dünyada hem ahirette huzur içinde yaşayabilelim.

Dr. Cemil Şahinöz

Hinterlasse einen Kommentar

Eingeordnet unter Türkische Kolumne / Türkce Makaleler